

harekete geçir” diyen gelişimciler.
Ne oldu ne oluyor da “kişisel
gelişim” bizi bu kadar ilgilendiriyor?
Yüzeysel sloganlar, “hadi aslanım,
hadi koçum” gazlamaları, hayata
dair o sahte bilgelikler…Bütün
bunlar neden şimdi alıcı bulmaya
başladı? Moderniteyle birlikte
“benliğin yükselişi”ne tanıklık
ediyoruz. Benliğin hayatı tek
başına anlamlandırması ve insanın
duygularına yakınlaşmak suretiyle
“kendi”benliğini bulması gerektiği
düşüncesi “kişisel gelişim” mitinin
belkemiğini oluşturuyor. Bir kültürel
kurgu olarak kişisel gelişim, benliğin
yükselişi sürecinde ortaya çıktı ve
özellikle ABDmahreçli popüler
psikoloji eliyle yaygınlaştırıldı.
Tüketimalışkanlıklarımızın
değişmesi, teknoloji ve konfora
dayalı haz ve ben odaklı yaklaşımlar
mutluluk getirir mi ?
Hedonizmin güttüğü bir “mutlu
hayat” arayışı duygusal ve bedensel
zevkin en üst seviyeye çıkarılmasını
salık veriyor. Modern tüketici
kapitalizminin imzası var bu
arayışın altında. Tatmin kaynakları
hep dış dünyada! Kariyer başarısı
yoluyla statü arayışı bunun en
belirgin örneği. Farklı bir yaklaşım,
itminan arayışında kişinin kendisini
geliştirmesinin ve arındırmasının
önemine dikkat çekmek olabilir.
Kişi hayatta kendi imkân ve
potansiyellerinin izini sürerek, insan
olarak daha fazla gelişmek yolunda
çaba harcayabilir. Mutlu hayat arayışı
bugünden keyif almak için gelecekten
ödünç alırken, mutmain hayat
geleceği güçlendirmek için bugüne
yatırım yapar. Mutmain hayatın
vasıfları arasında şunları sayabiliriz:
Anlamduygusu, kendine saygı,
yüksek nitelikli ilişkiler, daimi bir
olgunlaşma hali ve çevreye duyarlılık.
Ancak bütün bunlar yeterli değil.
Mutmain ama aynı zamanda anlamlı
bir hayatın peşinde koşmalı insan.
Kişi kendinden büyük bir idealin
peşi sıra uçurtmalarını uçurduğunda,
gelişimini sadece kendiyle değil
içinde bulunduğu toplumla da
mukayyet kıldığında, yani hayatı
ve arzularımız da şaha kalktığı için
sürekli bir hayal kırıklığı dünyasında
yaşarız. Kimse yeterince sevilmiş,
tatmin olmuş veya ödüllendirilmiş
hissetmez. İlahi bir lütuf olarak hayat
yerine bir hak olarak hayat düşüncesi
yerleşir. Çektiğimiz acılar, daha iyi
bir hayatı hak ettiğimizin diplomatik
pasaportu olarak bizi yeni haklara
buyur eder. Acı ve hoşnutsuzluk
eşiğimiz düştüğünde kolayca
bağrışıyoruz: Hayır, benimhakkım
bu değildi, bu acıyı ben hak ediyor
olamam! Belki daha hakkaniyetli bir
tutum, “Dünyada bunca insan acı
çekerken, neden ben onlardan biri
olmayayım ki?” sorusunu kendimize
yönelterek bulunabilir. Sahi, bizi
acı çekenmilyonlardan ayıran
görünmez bir yasa mı var?
İnsanlar acısız bir hayatı ve maddi
başarıyı her şeyi temize çıkaran bir
sonuç olarak algılıyor.
Eğer maddi başarı hayattaki
kendisi için değil, âlemdeki bütün
varlığa da bir ışık taşımak için
yaşadığında o hayat daha mutmain
ve tutarlı bir hayat haline geliyor. İçsel
bütünlüğü olan bir hayat. Bu anlamlı
hayatı yaşayanlar için benlik ve öteki
arasındaki sınırlar daha geçirgendir.
Ben ve o arasındaki duvarlar
yıkılmıştır artık. Mutmain hayat, bu
açıdan baktığımızda, erdempeşinde
bir hayattır. Benlikle kaîm olmayan,
benliği aşan ahlâki ilkelerin peşinde
bir hayat.
İlerleme düşüncesi insanlığın bütün
felaket ve musibetleri önünde
sonunda def edeceği yanılsamasını
besliyordu. “Bu peri masalı
gerçekleşmemekle kalmadı, belirli bir
ölçüde, yok etmeyi amaçladıklarını
da güçlendirdi” der Pascal Brückner,
“…Modern olmak, alnımıza
yazılan talihten payımıza düşeni
alma becerisine sahip olmamaktır.”
Beklentilerimizi gemleyemediğimiz
“İnsanların daha azla
yetinmeyi, vermeyi ve
paylaşmayı bildikleri takdirde
çok daha mutlu
olabileceklerini düşünüyorum.
Çünkü mutluluğun anahtarı
kanaatkarlıkta.”
yaşam
Yeşilay
44
İzin verirseniz ben de kişisel bir gözlemimi
sizinle paylaşacağım. Ele geçirerek değil,
ancak ele geçirmeyi reddederek gerçek manevi
doyuma ulaşabiliriz. Başka bir deyişle, kendi
kendini sınırlandırma yoluyla. Kendi kendini sınırlandırma,
bugün bize tümüyle kabul edilmez, zorlayıcı, hatta itici bir şey
olarak görünüyor, çünkü atalarımız için gereklilikten doğmuş
bir alışkanlıktan yüzyıllar boyunca gitgide uzaklaştık.