Background Image
Table of Contents Table of Contents
Previous Page  44 / 84 Next Page
Information
Show Menu
Previous Page 44 / 84 Next Page
Page Background

harekete geçir” diyen gelişimciler.

Ne oldu ne oluyor da “kişisel

gelişim” bizi bu kadar ilgilendiriyor?

Yüzeysel sloganlar, “hadi aslanım,

hadi koçum” gazlamaları, hayata

dair o sahte bilgelikler…Bütün

bunlar neden şimdi alıcı bulmaya

başladı? Moderniteyle birlikte

“benliğin yükselişi”ne tanıklık

ediyoruz. Benliğin hayatı tek

başına anlamlandırması ve insanın

duygularına yakınlaşmak suretiyle

“kendi”benliğini bulması gerektiği

düşüncesi “kişisel gelişim” mitinin

belkemiğini oluşturuyor. Bir kültürel

kurgu olarak kişisel gelişim, benliğin

yükselişi sürecinde ortaya çıktı ve

özellikle ABDmahreçli popüler

psikoloji eliyle yaygınlaştırıldı.

Tüketimalışkanlıklarımızın

değişmesi, teknoloji ve konfora

dayalı haz ve ben odaklı yaklaşımlar

mutluluk getirir mi ?

Hedonizmin güttüğü bir “mutlu

hayat” arayışı duygusal ve bedensel

zevkin en üst seviyeye çıkarılmasını

salık veriyor. Modern tüketici

kapitalizminin imzası var bu

arayışın altında. Tatmin kaynakları

hep dış dünyada! Kariyer başarısı

yoluyla statü arayışı bunun en

belirgin örneği. Farklı bir yaklaşım,

itminan arayışında kişinin kendisini

geliştirmesinin ve arındırmasının

önemine dikkat çekmek olabilir.

Kişi hayatta kendi imkân ve

potansiyellerinin izini sürerek, insan

olarak daha fazla gelişmek yolunda

çaba harcayabilir. Mutlu hayat arayışı

bugünden keyif almak için gelecekten

ödünç alırken, mutmain hayat

geleceği güçlendirmek için bugüne

yatırım yapar. Mutmain hayatın

vasıfları arasında şunları sayabiliriz:

Anlamduygusu, kendine saygı,

yüksek nitelikli ilişkiler, daimi bir

olgunlaşma hali ve çevreye duyarlılık.

Ancak bütün bunlar yeterli değil.

Mutmain ama aynı zamanda anlamlı

bir hayatın peşinde koşmalı insan.

Kişi kendinden büyük bir idealin

peşi sıra uçurtmalarını uçurduğunda,

gelişimini sadece kendiyle değil

içinde bulunduğu toplumla da

mukayyet kıldığında, yani hayatı

ve arzularımız da şaha kalktığı için

sürekli bir hayal kırıklığı dünyasında

yaşarız. Kimse yeterince sevilmiş,

tatmin olmuş veya ödüllendirilmiş

hissetmez. İlahi bir lütuf olarak hayat

yerine bir hak olarak hayat düşüncesi

yerleşir. Çektiğimiz acılar, daha iyi

bir hayatı hak ettiğimizin diplomatik

pasaportu olarak bizi yeni haklara

buyur eder. Acı ve hoşnutsuzluk

eşiğimiz düştüğünde kolayca

bağrışıyoruz: Hayır, benimhakkım

bu değildi, bu acıyı ben hak ediyor

olamam! Belki daha hakkaniyetli bir

tutum, “Dünyada bunca insan acı

çekerken, neden ben onlardan biri

olmayayım ki?” sorusunu kendimize

yönelterek bulunabilir. Sahi, bizi

acı çekenmilyonlardan ayıran

görünmez bir yasa mı var?

İnsanlar acısız bir hayatı ve maddi

başarıyı her şeyi temize çıkaran bir

sonuç olarak algılıyor.

Eğer maddi başarı hayattaki

kendisi için değil, âlemdeki bütün

varlığa da bir ışık taşımak için

yaşadığında o hayat daha mutmain

ve tutarlı bir hayat haline geliyor. İçsel

bütünlüğü olan bir hayat. Bu anlamlı

hayatı yaşayanlar için benlik ve öteki

arasındaki sınırlar daha geçirgendir.

Ben ve o arasındaki duvarlar

yıkılmıştır artık. Mutmain hayat, bu

açıdan baktığımızda, erdempeşinde

bir hayattır. Benlikle kaîm olmayan,

benliği aşan ahlâki ilkelerin peşinde

bir hayat.

İlerleme düşüncesi insanlığın bütün

felaket ve musibetleri önünde

sonunda def edeceği yanılsamasını

besliyordu. “Bu peri masalı

gerçekleşmemekle kalmadı, belirli bir

ölçüde, yok etmeyi amaçladıklarını

da güçlendirdi” der Pascal Brückner,

“…Modern olmak, alnımıza

yazılan talihten payımıza düşeni

alma becerisine sahip olmamaktır.”

Beklentilerimizi gemleyemediğimiz

“İnsanların daha azla

yetinmeyi, vermeyi ve

paylaşmayı bildikleri takdirde

çok daha mutlu

olabileceklerini düşünüyorum.

Çünkü mutluluğun anahtarı

kanaatkarlıkta.”

yaşam

Yeşilay

44

İzin verirseniz ben de kişisel bir gözlemimi

sizinle paylaşacağım. Ele geçirerek değil,

ancak ele geçirmeyi reddederek gerçek manevi

doyuma ulaşabiliriz. Başka bir deyişle, kendi

kendini sınırlandırma yoluyla. Kendi kendini sınırlandırma,

bugün bize tümüyle kabul edilmez, zorlayıcı, hatta itici bir şey

olarak görünüyor, çünkü atalarımız için gereklilikten doğmuş

bir alışkanlıktan yüzyıllar boyunca gitgide uzaklaştık.