Aç Olmadığımız Hâlde Neden Yemek Yiyoruz?
Klinik Psikolog Dr. Merve Gülçin Temizyürek’le duygusal açlığın altında yatan nedenleri, daha çok kimlerde görüldüğünü, bu rahatsızlıkta nasıl bir tedavi sürecine başvurulduğunu konuştuk.
“Duygusal açlık” kavramını nasıl açıklarsınız?
Duygusal açlık aslında çoğumuzun hayatında bir şekilde deneyimlediği ama tam olarak ne olduğunu bilmediğimiz bir durum. Bunu en basit hâliyle şöyle anlatabiliriz. Normalde yemek yeriz çünkü açızdır, midemiz guruldamaya başlar, enerji seviyemiz düşer. Ama duygusal açlıkta durum bambaşkadır, tok olabilirsiniz, hatta biraz önce yemek yemiş olabilirsiniz ama yine de kendinizi buzdolabının önünde bulursunuz.
Literatürdeki tanımlardan biri bu durumu şöyle açıklıyor: açlık gibi fizyolojik nedenler haricinde, bilinçli ya da bilinçsiz bir şekilde yemek yeme davranışı. Yani bedeniniz değil, ruh hâliniz sizi yemeye itiyor. Bir başka tanımda ise bu durum, duygusal çatışmalar ve psikolojik olaylar sonucu ortaya çıkan, kaygı ve endişe gibi duyguları azaltmak için yapılan yeme davranışı olarak açıklanıyor.
Günlük hayattan örnekler verecek olursak örneğin işte çok stresli bir gün geçirdiniz, eve geldiniz ve kendinizi çikolata yerken buldunuz. Ya da bir arkadaşınızla tartıştınız, çok üzgünsünüz ve kendinizi patates cipsi yerken buluyorsunuz. Hatta bazen çok mutlu olduğunuzda dahi kutlama için aşırı yemek yiyebiliyorsunuz. Bütün bunlar duygusal açlığın farklı yüzleri.
Duygusal açlığın birkaç önemli özelliği var. Birincisi, bu tamamen fizyolojik açlık sinyallerinden bağımsız çalışıyor. Yani mideniz tok olsa bile, duygusal durumunuz sizi yemeye itiyor. İkincisi, belirli duygusal tetikleyicileri var; stres, üzüntü, kaygı, yalnızlık, hatta mutluluk bile tetikleyici olabiliyor. Üçüncüsü, yemek yediğinizde geçici bir rahatlama hissediyorsunuz. O an için kendinizi iyi hissediyorsunuz ama bu çok kısa sürüyor. Dördüncüsü, sonrasında suçluluk hissi geliyor. “Yine neden yedim?”, “Kendimi kontrol edemedim” gibi düşünceler başlıyor. Ve bu suçluluk hissi sizi daha fazla duygusal yemeye itiyor. Böylece kısır bir döngü oluşuyor.
DUYGUSAL BOŞLUKLARIN TAMAMLAYICISI OLARAK AŞIRI YEMEK YEMEK
İnsan aşırı yiyerek hangi duygusal boşluklarını tamamlaya çalışıyor?
Bu soru gerçekten önemli çünkü duygusal yemenin altında yatan nedenleri anlamamız gerekiyor. İnsanlar aşırı yemek yediğinde aslında çok farklı duygusal ihtiyaçları karşılamaya çalışıyor.
Birinci boşluk, olumsuz duygularla başa çıkma ihtiyacı. Hayatta hepimiz zor anlar yaşıyoruz. Kaygı duyuyoruz, endişeleniyoruz, korku hissediyoruz, yalnız hissediyoruz, değersiz hissediyoruz. Bazen bu duygularla başa çıkmakta zorlanabiliyoruz. Psikosomatik teoriye göre, insanlar korku, kaygı, yalnızlık, değersizlik ve endişe gibi duyguları bastırmaya çalışıyor. Peki, nasıl? Yemek yiyerek. Yapılan çalışmalarda depresyon, anksiyete ve stres ile duygusal yemenin ilişkili olduğu bulunmuş. Yani ne kadar depresif, kaygılı ve stresli hissediyorsak, o kadar duygusal yemeye yöneliyoruz.
Şunu anlamanız lazım: Yemek yemek bu olumsuz duyguları geçici olarak susturuyor. O an için rahatlıyoruz, sanki bir nebze olsun o duygulardan kurtulduğumuzu hissediyoruz. Ama bu rahatlama ne kadar sürüyor? Çok kısa. Sonra ne oluyor? O duygular geri geliyor, üstüne bir de suçluluk ekleniyor.
İkinci boşluk, kendi farkındalığından kaçış ihtiyacı. Literatürde Kaçış Teorisi'nden bahsediliyor. Bu teoriye göre, insanlar kendilerine dair olumsuz düşüncelerden, yüksek hedeflerine ulaşamama korkusundan ve kendilerini eleştirmekten kaçmak için yemeye yöneliyor. Şöyle düşünün, hayatta hepimizin kendimize dair beklentileri var. “Şu yaşa kadar şunu başarmış olmalıyım”, “Daha iyi bir insan olmalıyım”, “Daha başarılı olmalıyım” gibi... Ama bu hedeflere ulaşamadığınızı düşündüğünüzde ne oluyor? Kendinizi eleştirmeye başlıyorsunuz. “Ben başarısızım”, “Ben yetersizim” gibi düşünceler baş gösteriyor. Kişi bu düşüncelerle baş edemiyor ve bunlardan kaçmak istiyor. Yemek yeme eylemi tam da bu noktada devreye giriyor. Yemek yerken, dikkatinizi tamamen yemeğe veriyorsunuz ve o an için kendini eleştiren iç sesinizden kurtulmuş oluyorsunuz. Yemek bir tür dikkat dağıtıcı gibi çalışıyor.
Üçüncü boşluk, bağlanma ve ilişkisel ihtiyaçlar. Yalnızlık, sosyal izolasyon, değersizlik hissi ve duygusal boşluk önemli tetikleyiciler olarak öne çıkıyor. İnsan sosyal bir varlık, hepimizin sevgi, ilgi, kabul görme ihtiyacı var. Ama bazen bu ihtiyaçlarımız karşılanmıyor. Arkadaşlarımızdan, ailemizden, eşimizden alamadığımız doyumu, tatmini veya sevgiyi nereden alıyoruz? Yemekten. Yemek bir tür telafi mekanizması oluyor.
Bu durum özellikle aleksitimi ile de ilişkili. Aleksitimi duyguları tanıma ve ifade etme güçlüğü demek. Yapılan çalışmalarda aleksitimik bireylerin duygusal olarak zorlandığında, duygusal bir zorlanmanın meydana geldiğini kabullenemediği ve duygularını ifade edemediği belirtiliyor. Bu yüzden bedensel bir savunma geliştiriyorlar. Yani kişi duygularını söze dökemediği için, onları yemekle bastırmaya çalışıyor.
Dördüncü boşluk, nörokimyasal eksiklikler. Beynimizde dopamin, serotonin, endorfin gibi nörotransmiterler var. Bu nörotransmiterler dengesiz olduğunda beyin bir eksiklik hissediyor ve bu eksikliği gidermek için hızlı bir çözüm arıyor. En hızlı çözüm ne? Şekerli ve yağlı yiyecekler. Yapılan araştırmalarda yüksek şekerli gıdaların beynin ödül devrelerini aktive ettiği gösterilmiş. Bu tür gıdalar dopamin ve endorfin sistemlerini harekete geçiriyor. Bu da tatmin ve haz hissi veriyor. Beyin bu davranışı tekrar etmek istiyor.
İnsan aç olmadığı hâlde neden yemek yer?
Bu soru aslında bir önceki soruyla bağlantılı ama biraz daha mekanizmaya odaklanalım. İnsan aç olmadığı hâlde nasıl oluyor da yemek yiyor? Burada beyin kimyası, psikolojik mekanizmalar ve öğrenilmiş davranışların karmaşık etkileşimi var. Bunu daha iyi anlayabilmek için beş farklı meseleden bahsedebiliriz.
Birinci mesele beynimizin ödül sistemi. Yapılan araştırmalarda şeker tüketiminin dopamin salınımını artırdığı gösterilmiş. Dopamin beynin “ödül sistemi”. Ne zaman bir şey bizi mutlu etse, ne zaman bir şeyden haz alsak, dopamin salınıyor. Bir parça çikolata yediniz. Beyninizdeki dopamin sistemi aktive oldu. Dopamin salındı. Haz hissettiniz. Beyin “Bu çok güzeldi! Bunu tekrar yapalım” diyor. Ve bu hazzı tekrar yaşamak istiyor.
Özellikle şekerli ve yağlı yiyecekler beyinde uyuşturucu maddelerle benzer etki yaratıyor. Araştırmalarda kronik yüksek şeker tüketiminin beynin ödül sistemlerini değiştirdiği, artan istek ve bağımlılığa yol açtığı bulunmuş. Hatta bu değişimin sadece geçici değil kalıcı değişikliklere yol açtığı da gösterilmiş. Mekanizma şöyle işliyor: ilk başta bir parça çikolata yeterli geliyor. Ama zamanla beyin tolerans geliştiriyor. Aynı hazzı almak için daha fazla şeker gerekiyor. Bugün bir parça yeterli olan, bir ay sonra yarım paket, üç ay sonra tüm paket hâline geliyor. Yani ne kadar çok şeker yerseniz, beyin o kadar çok şeker istiyor. Bir kısır döngü oluşuyor.
İkinci mesele duyguları fiziksel açlıktan ayırt edememe. Yapılan çalışmalarda duygusal yeme eğilimi yüksek olan kişilerde, olumsuz ruh hâli sonrasında dikkat performansında belirgin bozulma görülmüş. Ne demek bu? Kişi üzgün, stresli ya da kaygılı olduğunda, dikkat fonksiyonları bozuluyor. Ve bu durumda kişi duygularını doğru yorumlayamıyor. “Ben şu an üzgünüm” yerine “Ben şu an açım” diye yorumluyor ve yemek yiyor.
Aleksitimik bireylerde de benzer durum söz konusu. Bu kişiler “Üzgünüm”, “Kızgınım”, “Kaygılıyım” diyemiyor. Bunun yerine “Midem bulanıyor”, “İçim karıncalanıyor”, “Bir şeyler yemem lazım” gibi bedensel ifadeler kullanıyorlar. Duygusal deneyimi bedenselleştiriyorlar ve bu bedensel huzursuzluğu açlık olarak yorumluyorlar.
İçiniz sıkılıyor, huzursuz hissediyorsunuz, midenizde bir şeyler oluyor. Ama bu gerçek açlık mı yoksa duygusal bir durum mu? Çoğu insan bunu ayırt edemiyor. “Galiba açım” diyor ve yemek yiyor. Ama aslında aç değil, üzgün.
Üçüncü mesele öğrenilmiş bir başa çıkma stratejisi. Yapılan araştırmalarda bireylerin olumlu olmayan duyguları yaşadığında ve bu duygularla başa çıkamayacaklarını düşündüğünde, kaçınan davranışlar sergilediği görülmüş. Bu durumun da yeme tutumlarıyla ilişkili olduğu bulunmuş. Hayatınızda bir kez stresli bir durumda yemek yediniz ve geçici olarak rahatladınız. Beyin bunu kaydetti. “Stresli olduğumda yemek yersem rahatlıyorum” dedi. Sonra tekrar stresli bir durum oldu, yine yemek yediniz, yine rahatlama hissettiniz. Beyin bunu pekiştirdi. Zamanla bu bir alışkanlık hâline geldi. Artık stresli olduğunuzda otomatik olarak yemeğe yöneliyorsunuz. Bu öğrenilmiş bir davranış.
Üniversite öğrencileri üzerinde yapılan bir araştırmada, sınav dönemlerinde öğrencilerin yeme alışkanlıklarında değişiklik yaşadığı, özellikle şekerli ve yüksek kalorili atıştırmalıklara yöneldikleri bulunmuş. Öğrenciler bu durumu, “Ders çalışırken sürekli bir şeyler atıştırıyorum, yoksa konsantre olamıyorum” diye tarif ediyorlar. Ama aslında olan şu: sınav stresi kaygıya, kaygı öğrenilmiş tepki olarak yemek yemeye, yemek yeme geçici rahatlama ve geçici rahatlama da davranışın pekişmesine yol açıyor.
Dördüncü mesele hormonal dengesizlikler. Yeme davranışımız hormonal bir sistem tarafından düzenleniyor. Ghrelin yani açlık hormonu, leptin yani tokluk hormonu, insülin, kortizol ve birçok başka hormon bu sistemde rol oynuyor. Bu hormonlardan herhangi biri dengesiz olduğunda, beyin yanlış sinyaller alabiliyor. Ghrelin mide tarafından salgılanır ve beyne “Aç” sinyali gönderir. Leptin ise yağ hücreleri tarafından salgılanır ve beyne “Tok” sinyali gönderir. Normal koşullarda bu iki hormon dengede çalışır. Ama kronik stres, uyku eksikliği, düzensiz beslenme bu dengeyi bozar. Yapılan araştırmalar uyku eksikliğinin ghrelin seviyesini artırdığı ve leptin seviyesini azalttığını gösteriyor. Yani geceleri uyanık kaldığımızda bir şeyler atıştırmak istememizin nedeni bundan kaynaklanıyor olabilir. Ya da sadece bir gece kötü uyuduğumuzda, ertesi gün beynimiz “Çok açsın!” mesajı alıyor, oysa bedenimiz gerçekten aç değil. Ve böyle durumlarda özellikle yüksek kalorili, şekerli yiyeceklere karşı istek artıyor.
Beşinci ve son olarak bilişsel kaynaklarımız, dikkat ve iradenin rolü. İrade sınırlı bir kaynaktır. Tıpkı bir kas gibi, kullandıkça yorulur. Gün boyunca sürekli kendinizi kontrol etmeye çalışıyorsanız y-emek yememeye, diyete uymaya, öfkenizi bastırmaya, sabırlı olmaya- bu bilişsel kaynaklar tükeniyor. Ve akşam eve geldiğinizde artık kontrol edecek gücünüz kalmıyor.
DUYGUSAL AÇLIĞIN TEDAVİSİ
Duygusal açlığa nasıl bir terapi süreci uygulanıyor? Bunu bir hastalık olarak kabul edersek tedavi nasıl yapılıyor?
Duygusal açlık, hastalıktan ziyade bir neden ya da sonuç olarak karşımıza çıkıyor. Bazen altta yatan psikolojik sorunların (depresyon, anksiyete, travma vb.) bir belirtisi, bazen de yeme bozukluklarının tetikleyicisi veya sürdürücüsü olabiliyor. Bu nedenle, duygusal açlığı bir hastalık olarak kabul edersek, tedavisinin çok yönlü ve bütüncül olması gerekiyor.
Tedaviye başlamadan önce kapsamlı bir değerlendirme yapılması şart. Bu değerlendirme çok boyutlu bir yaklaşım gerektiriyor ve hastanın biyolojik, psikolojik ve sosyal tüm yönlerini ele almak gerekiyor.
İlk olarak psikiyatrik değerlendirme yapılmalı. Depresyon, anksiyete, travma, obsesif kompulsif bozukluk gibi eşlik eden psikiyatrik bozuklukların taranması gerekiyor. Yapılan çalışmalarda depresyon, anksiyete, stres gibi psikolojik durumlar ile duygusal yemenin ilişkili olduğu bulunmuş. Bu nedenle öncelikle altta yatan psikolojik durumları tespit etmek, tedavi planının temelini oluşturuyor. Çünkü duygusal yeme, başka bir psikiyatrik bozukluğun belirtisi olarak ortaya çıkabiliyor.
Yeme bozukluğu değerlendirmesi de detaylı bir şekilde yapılmalı. Tıkınırcasına yeme epizodları, kusma, aşırı egzersiz, laksatif kullanımı gibi telafi davranışları, kısıtlayıcı yeme davranışları değerlendirilmeli. Bu ayrım tedavi planlamasında önemli çünkü her grubun farklı müdahale stratejilerine ihtiyacı var.
Narrative terapinin temel ilkesi “Kişi problem değildir, problem problemdir” anlayışıdır. Duygusal yeme davranışı kişinin kimliğinden ayrıştırılır. Böylece kişi “Ben duygusal yiyiciyim” yerine “Bazen duygusal yeme yaşıyorum” der. Bu ayrım önemlidir çünkü sorunla özdeşleşmeden ona farklı açıdan bakılabilir. Narrative terapi, insanların çoklu hikâyeleri olduğunu kabul eder. Duygusal yeme sorunu yaşayan biri kendini sadece bu sorun üzerinden tanımladığında, diğer yaşadıklarını ve güçlü yönlerini göz ardı eder. Kişi duygusal yeme hikâyesini ve hatalarını çok tekrar edince bu “baskın hikâye” hâline gelir. Kendini sadece bu hikâye çerçevesinde değerlendirmeye başlar ve kendini daha fazla yargılar. Terapide baskın hikâyeye alternatif olan diğer hikâyeler aranır. Kişinin fark etmediği güçlü anlar, duygularıyla başka türlü başa çıktığı zamanlar ortaya çıkarılır. Narrative terapi, insanları kendi hayatlarının uzmanı olarak görür ve problemle başa çıkacak yetenekleri, becerileri olduğunu kabul eder. Yeniden yazma sürecinde kişi hayat hikâyesini yeniden oluşturur. Eski hikâye “Ben duygularımla başa çıkamam” iken, yeni hikâye “Öğrenme sürecindeyim, zorlandığım ama güçlü olduğum anlar da var” şekline dönüşebilir. Kişinin değerleri keşfedilir ve bu değerler doğrultusunda yeni bir hikâye oluşturulur. Duygusal yemeye direniş gösterilen "eşsiz çıktılar" bulunur ve bu anlar alternatif hikâyeyi güçlendirir. Sonuç olarak narrative terapi, kişiye kendi hikâyesinin yazarı olma imkânı verir ve duygusal yeme ile olan ilişkisini dönüştürmeye yardımcı olur.
“DEPRESYON VE DUYGUSAL YEME ARASINDA İKİ YÖNLÜ BİR İLİŞKİ VAR”
Duygusal açlıktan kaynaklanan aşırı kilo alımı insanı depresyona sürükler mi?
Evet ve bu ilişki açık bir şekilde çalışmalarda ortaya konuyor. Üstelik bu iki yönlü bir ilişki, yani hem depresyon duygusal yemeye yol açıyor, hem de duygusal yemeden kaynaklanan kilo alımı depresyona yol açıyor. Yapılan çalışmalar, obez bireylerin daha yüksek seviyede depresyon yaşadığını ve beden kitle indeksi ile depresyon arasında anlamlı bir ilişki olduğunu gösteriyor. Kilo arttıkça depresyon riski de artıyor. Bu ilişki bir kısır döngü şeklinde işliyor; kişi duygusal sorunlarla başa çıkmak için yemek yiyor, aşırı kilo alıyor, beden imajı bozuluyor, benlik saygısı düşüyor, sosyal izolasyonu artıyor, depresyonu gelişiyor ve depresyonla başa çıkmak için tekrar yemeğe yöneliyor. Bu döngü böyle devam ediyor. Yapılan çalışmalarda elde edilen önemli bir bulgu, bireylerin olumsuz duyguları ve bu duygularla başa çıkamayacaklarını düşünmelerinin kaçınan davranışlar sergilemelerine neden olduğu ve bu durumun yeme tutumlarıyla ilişkili olduğu. Kişi duygularıyla başa çıkamayacağını düşündüğü için kaçınma davranışları sergiliyor ve bu da yeme sorunlarına yol açıyor. Fiziksel sağlık sorunları da depresyonu tetikliyor. Araştırmalar, aşırı şeker tüketiminin obezite, diyabet, kalp hastalıklarına yol açtığını gösteriyor. Bu fiziksel hastalıklar psikolojik sağlığı da olumsuz etkiliyor. Beden kitle indeksi arttıkça hem duygusal yeme hem de depresyon riski artıyor. Çalışmalarda beden kitle indeksi arttıkça yeme davranış patolojisinin de arttığı bulunmuş. Elbette sosyal boyut da önemli bir faktör.
Duygusal yeme de bir tür bağımlılık mıdır?
Duygusal yemenin bağımlılık olup olmadığı tartışmalı bir konu ve araştırmalardaki bulgular karmaşık bir tablo çiziyor. Bu konuyu değerlendirirken önemli bir ayrım yapmak gerekiyor; yemek yemek temel bir biyolojik ihtiyaçtır ve yaşamak için gereklidir, ancak şeker tüketmek temel bir ihtiyaç değildir. Bu ayrım, şeker bağımlılığı kavramını daha anlamlı hâle getiriyor çünkü şeker tüketimi yaşamsal bir gereklilik olmadığı hâlde kişi bırakamıyor ve kontrol kaybı yaşıyor. Günümüzde yeme bağımlılığı henüz DSM veya ICD gibi resmi tanı sistemlerinde ayrı bir bozukluk olarak yer almıyor, bu da konunun bilimsel tartışmalara açık olduğunu gösteriyor. Yapılan kapsamlı bir incelemede, insanlarda şeker bağımlılığını destekleyen kanıtların sınırlı olduğu belirtiliyor ve araştırmacılar önemli bir ayrım yapıyor: bağımlılık benzeri davranışlar sadece aralıklı şeker erişimi bağlamında ortaya çıkıyor ve bu davranışlar şekerin nörokimyasal etkilerinden değil, lezzetli yiyeceklere aralıklı erişimden kaynaklanıyor. Çalışmada, kanıt yetersiz olduğu için şeker bağımlılığı kavramının aceleyle bilimsel literatüre ve kamu politikalarına dahil edilmemesi gerektiği vurgulanıyor.
Bağımlılıklar ve yeme alışkanlıkları arasında nasıl bir ilişki var? Bu noktada duygusal açlıkla bağımlılıklar arasındaki ilişkiyi de nasıl değerlendirmeliyiz? Duygusal açlık diğer bağımlılıklara ya da bağımlılıklar duygusal açlığa neden olabilir mi?
Bağımlılıklar ve yeme alışkanlıkları arasında güçlü bir ilişki var. Her iki durum da beynin ödül sisteminde merkezi rol oynuyor ve araştırmalarda yüksek şeker tüketiminin beynin ödül devrelerini aktive ettiği, dopamin ve endorfin sistemlerini harekete geçirdiği belirtiliyor. Aynı mekanizma alkol, uyuşturucu gibi madde bağımlılıklarının yanı sıra kumar, internet, alışveriş, oyun gibi davranışsal bağımlılıklarda da aktif oluyor. Mezolimbik dopamin yolu hem madde bağımlılığında hem davranışsal bağımlılıklarda hem de duygusal yemede aktive olmakta ve kronik yüksek şeker tüketimi bu sistemleri değiştirerek beynin ödül sisteminin hassasiyetini artırıyor. Yapılan çalışmalarda, şeker tüketiminin amfetaminlere karşı çapraz duyarlılaşma yarattığı ve şeker tüketen farelerin uyarıcı maddelere karşı daha hassas hâle geldiği gösteriliyor. Bağımlılık transferi kavramı önemlidir ve bariatrik cerrahi sonrası hastaların madde kullanım bozukluğu geliştirme olasılığını inceleyen çalışmalar bu kavramı destekliyor, yani kişi bir bağımlılığı engellendiğinde yerine başka bir bağımlılık geliştirebiliyor. Hem bağımlılıklar hem de duygusal yeme için ortak risk faktörleri bulunuyor ve bunlar arasında aleksitimi, travma ve stres, düşük öz kontrol, depresyon ve anksiyete, genetik yatkınlık, dikkat eksikliği gibi faktörler yer alıyor. Kaçış teorisi hem madde bağımlılığı hem davranışsal bağımlılıklar hem de duygusal yeme için geçerli ve her durumda kişi olumsuz duygulardan kaçmak için maddeyi, davranışı veya yemeyi kullanıyor. Duygusal açlık ve diğer bağımlılıklar arasındaki ilişki iki yönlü işliyor.
Özellikle ekran karşısında yemek yemek çok yaygın görülen bir durum. Bu durum duygusal açlıkla ve ekran bağımlılığıyla irtibatlandırılabilir mi?
Ekran karşısında yemek günümüzde oldukça yaygın bir alışkanlık hâline geldi ve bu durum hem duygusal açlık hem de ekran bağımlılığı ile ilişkilendirilebiliyor. Yapılan çalışmalarda ekran kullanımının yeme davranışlarını farklı şekillerde etkilediği görülüyor. Ekran karşısında yemek yediğimizde dikkatimiz bölünüyor ve bu durum farkındalıksız yemeye yol açıyor. Beyin aynı anda hem ekrandaki içeriğe hem de yemeğe tam olarak odaklanamadığı için tokluk sinyallerini geç algılıyor ve normalden daha fazla yiyebiliyoruz. Araştırmalarda televizyon izleyerek veya telefona bakarak yemek yiyen kişilerin daha fazla kalori tükettikleri ve doygunluk hissini daha geç yaşadıkları ortaya konulmuş. Ekran karşısında yemek aynı zamanda duygusal açlığı tetikleyen bir durum hâline gelebiliyor çünkü ekran başında olduğumuzda genellikle yalnızlık, can sıkıntısı, stres gibi duygularla başa çıkmaya çalışıyoruz. Ekran içerikleri ve yemek birlikte bir kaçış yolu oluşturuyor, olumsuz duygularımızdan uzaklaşmak için hem ekrana hem de yemeğe yönelebiliyoruz. Bu durum zamanla koşullanmaya dönüşüyor ve beyin ekran ile yemeyi birbirine bağlıyor, yani ekran açıldığında otomatik olarak yeme isteği ortaya çıkabiliyor. Ekran bağımlılığı ve yeme bağımlılığı benzer mekanizmaları paylaşıyor ve her ikisi de beynin ödül sistemini aktive ediyor.