Büyük Yeşilay ailesine gönül veren sevgili dostlar,
Hayat hikâyelerle örülü. Hepimizin bir hikâyesi, ..
1062
Yaşam
“Sadeleştikçe Zihin Sağlığımızı Korumamız Da Kolaylaşır”
Etrafımızın alışveriş merkezleriyle, evlerimizin gereğinden fazla eşya ile, yüreklerimizin daha fazla kazanma hırsıyla, beyinlerimizin ise sosyal medya mesajlarıyla dolu olduğu günümüzde, modern dünyanın rüzgarına kapılıp tüketim denen hortumun içinde kayboluyoruz. Maalesef çoğumuz bu yoğun temponun içinde debelendiğimizin, hatta kaybolup gittiğimizin farkında değiliz. Belki bir an durup düşünsek, zaten kısıtlı olan yaşam süremizden ne kadar çok çaldığımızın da farkına varabileceğiz. İnsan yorulunca nasıl köşesine çekilip dinlenme ihtiyacı duyuyor ve dinlenince sakinleşiyorsa, yaşamın karmaşasından uzaklaşıp sadeleştiğinde de prangalarından kurtulup kendini alabildiğince özgür hissedebilir. Hem bir sanat akımı hem de bir yaşam felsefesi olarak bilinen minimalizm yani sadeleşmenin bireylerin özgürlüğü keşfetmesinde nasıl önemli bir araç olduğunu Klinik Psikolog Rabia Yavuz ile konuştuk.
“Yeni nesil daha dezavantajlı”
Tüketim çağının tam ortasına düşmüş bir nesil için sadeleşmek mümkün müdür ve ne ifade eder? Bu nesil psikolojik olarak sade yaşam felsefesine kapı aralamaya ve sadeleşmeye hazır mı?
Jean Baudrillard, günümüzde tatmin arayışının üzerine kurulu bir tüketim kültürünün varlığından bahseder. Bu arayış vurgusunu en yoğun reklamlarda görebiliriz. Reklamlarda her tüketim maddesinin elde edilmesiyle mutluluğa ulaşılacağı imlenir. Elbette, bu tüketim sarmalının içinde gençler de kendilerine düşenden paylarını alıyorlar. Üstelik, yeni nesil için akıllı telefon ve internet teknolojileri zorunlu ihtiyaçlar listesinde. Sosyal medya da bu tüketim ağına daha hızlı ve daha ulaşılabilir bir alan açıyor. Artık daha fazla şey almak için evimizden dışarı çıkmak zorunda da değiliz. Elimizdeki cihazlarla ekmekten tutun da elektronik ihtiyaçlarımıza kadar her şeyi hızlıca alabiliyoruz. Alışveriş sepetleri sanal ortamda doluyor; sanki sanal paralar harcanıyor. Kaydedilen ödeme araçları ile hiç düşünmeden belki de ihtiyacımız olmayan birçok şeyi alıyoruz. Tüketim bu kadar hızlanmış ve kolaylaşmışken durup düşünmek ve hayatımızdaki fazlalıklardan arınmak kolay olmayabilir. Yeni neslin bu konuda önceki nesillere göre biraz daha dezavantajlı olabileceğini düşünüyorum. İletişimde olduğum gençlerden edindiğim izlenim de bu yönde. Örneğin, sosyal medya ve moda hem kişinin kendisi için oluşturduğu bedensel idealleri etkiliyor hem de akranlar arası gündemde yer ediniyor; bu nedenle de birçok farklı noktadan baskı altındalar. Hem stratejik hem de organik olarak maruz kalınan bu uyaranlar, kişinin hayatını düzenlemesinden tutun da, kişilik oluşumuna kadar birçok alanı etkiliyor. Bu nedenle, odak noktası şahsiyet gelişiminden uzaklaşıp materyaller üzerinden kabul edilebilir benlikler yaratmaya yönelebiliyor. Oysa kişinin düşünsel birikimine yatırım yapması fiziksel alanına yatırım yapmasının önüne geçebilir. Bu sorun ne sadece gençlerin ne de modern insanın sorunu aslında. Nasreddin Hoca’nın “Ye Kürküm Ye” hikâyesine hepimiz aşinayız. Materyallerin insanın önüne geçtiği yerde yaşanan absürtlüğü çok veciz bir şekilde anlatır bu öykü.
Sade yaşam felsefesinin tarihsel süreci hakkında kısaca bilgi verir misiniz? Bu noktaya gelmemizde hangi dönemin/ düşüncenin etkisi fazladır?
Fransızca minimum kelimesinden türeyen minimalizm kavramı, Türkçeye yalın veya sade olarak geçmiş. Minimalizm ise süsü, gösterişi olmayan, fazlalıktan arınmış anlamına geliyor. Hegel’den yardım alarak söylersek: “Sade olan basit değildir ve sadelik yoksunluktan değil bilinçli bir tercihten kaynaklanır.” Sade bir yaşam deyince herkesin aklına farklı çağrışımlar gelebilir. Ben okumalarım sırasında birçok isimle karşılaştım. Bazılarını zikretmek gerekirse Henry David Thoreau, Simone Weil ilk aklıma gelenler. Joshua Fields Millburn ve Ryan Nicodemus isimleriyle ise sıkça karşılaştım. Alanda biraz daha araştırma yaptığımda, bu iki ismin sade yaşamın hayatımıza katabileceği imkânlardan bahsettiklerini gördüm. Millburn, sade yaşama giden yolculuklarını anlatırken, mutluluk arayışı sebebiyle sürekli sahip olma isteğinin hayatına nasıl fazlalıklar eklediğini keşfetmiş. Fakat, sahip olduğu nesneleri edindikçe yaşadığı mutsuzluktan bahsediyor kitabında. Haftada 70 ila 80 saat arasında çalışıp ihtiyacından fazlasını satın alarak içlerindeki boşluğu dolduramadıklarını keşfeden bu iki adam, hayatta önemli olana odaklanabilmek için, sade yaşam ilkelerini kullanmaya başlamış. Bu sayede yaşamlarının kontrolünü geri aldıklarını ve asıl meselenin kazandıkları özgürlük olduğunun altını çiziyorlar. Endişelerden, korkulardan, gelecek kaygısından, sosyal kıyaslamalardan, borçlardan, depresyondan ve kölelikten özgürleşme. Anlamlı bir yaşam arayan bu iki insan, önce kendilerini sıkışmış hissettiren ve gelişimlerinin önünde engel olan zincirleri tespit etmekle işe başlamış. Bu zincirleri küçük ve büyük olarak ikiye ayırdıktan sonra, çözdükleri her zincirin bir diğer zincir için kaynak yarattığını deneyimlemiş. Bu zincirler arasında evleri için aldıkları krediler, yaşamlarına değer katmayan ilişkiler, faturalar, kullanılmayan tüm eşyalar gibi kişiye ve duruma özel pek çok şeyin var olduğunu ifade ediyor ve bu kararı almanın kendilerini zorladığını da ekliyorlar. Fakat hayatlarından fazla olan şeyleri çıkarmaya karar verdikçe karşılığında aldıkları ödülün çok büyük olduğunu fark ediyorlar. İhtiyaçtan fazlasına sahip olmamak büyük bir özgürlük. Mesela, Simone Weil, ihtiyaç sahibi biriyle karşılaştığında o kişinin gereksinimlerine göre ve kendi olanakları elverdiği ölçüde veren mistik bir kadın. Yoksulluk sınırında yaşıyor ve kazandığını ihtiyacı olanlarla paylaşmak konusunda oldukça cömert davranıyor. Verme eylemini öyle zarif bir şekilde gerçekleştiriyor ki, bu durum başlı başına bir ders niteliğinde. Elindeki paranın kendisine ait olmadığını belirtmek ve alan kişinin de alma konusunda bir tereddüte düşmemesini sağlamak için şöyle diyor: “Eğer bu parayı sana verirsem onu başkalarına verdiğim hissine kapılmam zira para su gibidir. Ne zaman biraz fazla olsa kendiliğinden akmalıdır.”
Anılar somut nesnelerle sınırlı değil
Eşya anlamında fazlalıklardan kurtulamayan bireyler, eşyalarında anılarının olduğunu ve onları atmanın anılarını çöpe atmakla eş değer olabileceği endişesiyle sadeleşmek bir yana tam tersi fazlalaşabiliyor. Gerçekten anılar mı sadeleşmemize izin vermiyor? Bu psikolojiden nasıl kurtulunur?
Bence bu hususta, tüketim kültürünün payı da yadsınamaz bir gerçek. Sürekli şu ürünü alırsan mutlu olursun, şu reklamdaki ailenin sahip olduğu gibi bir evde yaşarsan mutlu olursun gibi tanıtımların üzerimizde oluşturduğu bir algı var. Tüm bunlar, mutluluğun nesnelerle elde edilebilecek bir şey olduğu yanılgısını yaratıyor. Sonrasında ise mutluluk satın alabilmek için bizi mutsuz eden işlerde çalışabiliyor, ödeyemeyeceğimiz borçların altına girebiliyor ve uzun vadede hem fiziksel hem ruhsal sağlığımızı kaybedebiliyoruz. Sade yaşamı uygulayan ve yaygınlaştırmaya çalışan Joshua Fields Millburn ve Ryan Nicodemus’un ifadeleriyle söylersek “Biz, eşyalarımız değiliz. Sahip olduğumuz şeylerden daha fazlasıyız. Hatıralarımız içimizdedir, eşyalarımızda değil.” Sadeleşmemize izin vermeyen şey anılardan ziyade anılarla kurduğumuz ilişkinin biçimi olabilir. Nesne ilişkisi altında daha dinamik faktörlerin yer aldığı derin bir konu. Lakin kısaca söylemek gerekirse, anı olanın somut varlığı ve soyut varlığı arasındaki bir ayrım, sağlıklı ayrışmanın bir parçası olarak konumlanabilir. O yüzden nesnelerle kurduğumuz ilişkinin bağımlılık mı yoksa bağlılık mı üzerinden geliştiğini netleştirmek yararlı olabilir. Anılar, somut nesnelerle sınırlı değildir.
Vazgeçmek özgürleştirir
Modern dünyanın sunduğu sayısız alternatife karşın bireyde ve toplumlarda, daha iyi bir yaşamın yavaşlayarak ve sadeleşerek geleceği fikri nasıl oluşturulabilir?
Modern insan sürekli çalışmaya ve harcamaya koşullanıyor. Burada ekonomik sistemin üzerimizdeki etkisini göz ardı etmemek lazım. Kapitalizm sadece üretim araçlarına sahip değil. Ayrıca bu üretim zincirinin devam edebilmesi için ihtiyacı olan tüketim araçlarına da sahip. Böylece sistemin yaşaması için üretim kadar tüketimin de devam etmesi gerektiği zihniyeti hepimizi içine almış durumda. Bizlerin, sistemin hayatta kalabilmesi için, mesai saatlerimizin dışında kalan zamanlarda da tüketiyor olmamız bekleniyor. Örneğin, alışveriş merkezleri bu tüketim kültürünün mabetleri gibi. Üstelik, İstanbul en çok alışveriş merkezine sahip şehirlerden biri. Gençlerin bir kısmı da boş zamanlarını geçirmek için bu alışveriş merkezlerini tercih ediyor. Artık alışveriş merkezleri, sadece bir dükkân olmaktan çok uzak. Alışveriş merkezlerinde yemek yiyor, sinemaya gidiyor, arkadaşlarımızla sosyalleşiyor, hatta bazı sanat ve kitap sergilerine de katılabiliyoruz. Bu merkezler hem zamanımıza hem de paramıza talipler. Tüketim devam etmeli ve artırılmalıdır ki kapitalist üretim araçlarına sahip olanların kârı hiç azalmasın. Kapitalizmin yaşayabilmesi, büyümesi ve hiç kesintiye uğramadan devam edebilmesi için mutsuz insanlara yani tüketmeden mutlu olamayacağına koşullandırılmış, ihtiyaçları olduğu için değil kendilerini eksik hissetmemek için satın alan bireylere ihtiyaç var. Bu sebeple tüketimin merkezi, ihtiyaçlardan arzulara yönlendirilmiştir. Bu sirkülasyon için sürekli yeni arzular yaratılır ki bu çark dönsün. Kişi kendi değerini reklam sloganlarıyla, tüketmesi beklenen ürünle ilişkilendirir. Ürünler bir meta olmaktan çıkar ve insanın benlik dünyasına sızar. Bu yerinden edilmiş alışveriş algısı nedeniyle aldığımız ürünler çoğaldıkça, azalan şey banka hesabımızdan daha fazlasıdır; iç dünyamızdır. Zira, hemen tatmin edilmeye koşullanan birey, satın alarak umduğu mutluluğa daimî olarak kavuşamadığında aldığı her yeni ürünle daha da mutsuzlaşır ve iç dünyası yoksullaşır. Bu mutsuzluk bulutunu dağıtmak için yeniden tüketmeye devam eder. Böylece, tüketim çarkı hiç hızını kaybetmeden, insanların duygularını sömürerek yoluna devam edebilir. Ne yazık ki, günümüzde bireyler, pazar ekonomisinin insafına bırakılmış durumda. Baudrillard’ın söylediği gibi, “Postmodern tüketici, günlük mutluluk peşinde koşan, anında tatmin isteyen, arzusunun tatminini ertelemeyen, gelecek için bugünü feda etmeyen, içerik yerine biçime daha çok ilgi gösterebilen, hazcı yanı öne çıkan, kendisini tüketime hazır bir imaj haline getirmiş olan tüketicidir. Yeni medya da işte bu tüketicinin taleplerini görmek için yapılandırılmıştır.” Gerçek ihtiyaçlarla sürekli güdülenen arzuların arasındaki ayrımın bulanıklaştığı tüketim toplumunda, birey hemen mutlu olmak ister; oysa vazgeçmek özgürleştirir. Hz. İsa’ya atfedilen bir söz vardır: “Vazgeçtiğin topraklar senindir.” Daha fazla biriktirmekten vazgeçtiklerini söyleyenler özgürlüklerine yani bağımsızlıklarına kavuştuklarını söylüyor. Belli bir hayat standardı yakalayıp sürekli onu kaybetmemek için sevmediğimiz işlerde, sevdiğimiz şeylerden zaman çalarak yaşıyor olabiliriz. Kişi kendini tanıdıkça sade yaşamın nimetlerinden faydalandıkça anı yaşamak, önemli olana odaklanmak ve daha fazla yaratıp daha az tüketmek mümkün oluyor.
Sade yaşam felsefesinin psikolojik boyutu nedir? Sadeleşmek kişiye neler katar?
Sadelik hayatımızın her alanında bize yardımcı olabilir. Örneğin ihtiyacınızdan fazla eşyaya sahipseniz, daha azıyla yaşamınızı devam ettirmeyi deneyebilirsiniz. Daha az eşyayla, daha üretken olabilmenin beynimizi kullanma şeklimizle alakalı olabileceğini düşünüyorum. Gestalt ilkelerine göre beyin, nesnelerin yapısını bir bütün halinde kavramaya yatkındır; zira insan beyni yalınlığın ekonomisinden faydalanır ve bunu yapmak için karmaşık olandan uzaklaşır. Böylece “Az, çoktur” ilkesi devreye girer ve azla daha kısa sürede daha çok değer üretilebilir. Ya da zihninizde dolaşan çok fazla düşünce var ise biraz yavaşlayabilir ve zihninizde koşturan düşünceleri ayıklamak için rahatlama yöntemlerinden faydalanabilirsiniz. Ruminasyonu, yani zihindeki düşünsel geviş getirmeyi durdurabilmek için bedeninizi harekete geçirebilir ya da bu konuda bir uzman desteği alabilirsiniz.
"Beklentilerimizi sadeleştirelim"
Daha iyi bir yaşam hedefi için yavaşlamaya ve sadeleşmeye nereden başlamalıyız?
Sadeleşmeye iç dünyamızdan başlamak iyi bir seçim olacaktır. Zihnimizde dolaşıp duran ve bize ait olmayan kıskançlıklar, endişeler, korkular, pişmanlıklar ihtiyacımız olan huzuru bulmamızı zorlaştırır. Sadeleştikçe, zihin sağlığımızı korumamız da kolaylaşır. Yavaşladıkça, anı fark etme şansını kendimize verebiliriz. Örneğin, yapabileceğimiz şeylerden biri, daha az karar almaktır. Özellikle uzmanlık alanımız ve kişisel sınırlarımız dışında kalan konularda daha az karar vermeyi deneyebiliriz. Zihinsel hijyen, zihin sağlığını korumanın bir yoludur. Örneğin, dikkat dağıtıcı unsurlardan uzaklaşmak da iyi bir başlangıç olacaktır. Sürekli uyaranlara maruz kaldığımız modern yaşamda, kaybettiğimiz en büyük şeylerden biri de dikkatimiz. Dikkatimizi korumak için daha sade bir ortam inşa edebiliriz. Günün bazı vakitlerinde, ekranlardan uzak kalarak ailemize tüm dikkatimizi verebilir ve bizim için kıymetli olan şeylerin hakkını yavaşlayarak vermeyi deneyebiliriz. Yaşamda önemli olanlara yer açmak için fazlalıklardan kurtulmalıyız. Bunun için, daha az taahhütte bulunabiliriz ki bu da sosyal ilişkilerde çatışmaları azaltmaya yardımcı olacaktır. Boşa harcadığımız zamanları azalttığımızda değerli insanlar ve amaçlar için hayatımızda daha fazla yer açılır. Bu süreçte belki de en faydalı olabilecek adım, beklentilerimizde sadeleşmeye gitmek olabilir. Kendimize, diğer insanlara, olayların akışına dair beklentilerimizi azaltmaya başladığımızda esas olana, mevcut olana odaklanmamız kolaylaşır. Geçmişin pişmanlıkları, geleceğin beklentileri azalır. Şimdiye açılan pencereler genişleyebilir. Yaşadığımız bu karmaşık dünyada sadelik iyi bir seçenek olabilir. “Buna gerçekten ihtiyacım var mı?” sorusu oldukça işlevseldir. “İhtiyacım yok” cümlesi ise hayatta kıymetli olana yer açmak için çok geniş bir alan yaratabilir. Buna ister kanaat diyelim ister sade yaşam. Bu bir araç. Asıl mesele, değerli olana odaklanabilmek için gereksiz fazlalıklardan kurtulmak. Elbette, bu aracı kullanıp kullanmamak da bizim elimizde.
KLİNİK PSİKOLOG RABİA YAVUZ KİMDİR?
Rabia Yavuz, lisans derecesini İstanbul Şehir Üniversitesi İngilizce Psikoloji ve Sosyoloji bölümlerinde çift ana dal olarak tam burslu ve onur derecesi ile tamamladı. Lisans eğitimi sürecinde The University of Sheffield, Utrecht Üniversitesi, LSE ve Harvard Üniversitesinde de eğitim aldı. Utrecht Üniversitesinde Ercomer merkezinde göçmenler üzerine araştırmalar yaptı. Yüksek lisans eğitimini, Marmara Üniversitesinde Klinik Psikoloji alanında yaptı. Ayrıca, Şema Terapi ve Diyalektik Davranışçı Terapi ve Mindfulness eğitimleri aldı. Prof. Dr. Gonca Soygüt Pekak, Dr. İrem Akduman ve Psikoterapist Elit Bilge Bıyıkoğlu’nun süpervizyonunda klinik yüksek lisans eğitimini tamamladı. Tezini, öz şefkat üzerine yazan Yavuz, görüşmelerinin çoğunu online olarak gerçekleştirmekle beraber, Psikiyatrist Prof. Dr. Kemal Sayar’ın ofisinde de danışanlarıyla görüşmeler yapıyor. “Lacivert”, “Nihayet”, “Dergâh” gibi dergilerde makaleleri yayınlanan Rabia Yavuz’un şu sıralar Star gazetesinde ve Kemal Sayar’ın internet sitesinde de makale ve çevirileri yayınlanıyor. Klinik Psikolog Yavuz, ayrıca Prof. Dr. Kemal Sayar ile birlikte bir kitap üzerine çalışmalar yürütüyor.