
Büyük Yeşilay ailesine gönül veren sevgili dostlar,
Hayat hikâyelerle örülü. Hepimizin bir hikâyesi, hatta..
Bağımlılık, tıbbi olarak bir beyin hastalığı olarak tanımlanıyor. Ancak toplumun zihninde bu tanım yerini bulmuş değil. Hâlâ pek çok kişi için bağımlı olmak, iradesizliğe, ahlaki zafiyete, kişisel zayıflığa işaret ediyor. Oysa YEDAM uzmanlarından Sosyal Hizmet Uzmanı Seda Nur Er, bunun aksini söylüyor: “Bağımlılık, kişinin zarar görmesine, istememesine rağmen alkol-madde kullanımını sürdürmesi, bunu durduramamasıdır. Bu durumu bir arabanın fren sisteminin bozulmasına benzetebiliriz. Beyin dur diyemez.”
Bu benzetme aslında tüm meseleyi özetliyor. Söz konusu olan yalnızca bir alışkanlık değil; beynin işleyişinde meydana gelen kimyasal bir değişim, bir çeşit "fren mekanizması" arızası. Ancak bu bilimsel açıklama, çoğu zaman toplumun ahlaki yargılarının gölgesinde kalıyor. Bağımlı birey, sadece maddeyle değil; yargılarla, küçümsemeyle, dışlanmayla da mücadele etmek zorunda kalıyor. İşte tam da burada, bağımlılığın gölgesinde büyüyen daha sinsi bir sorun beliriyor: stigma.
STİGMA NASIL OLUŞUR?
Damgalama, yani stigma, bağımlı bireylerin yaşadığı sorunların en görünmez ama en yıkıcı olanlarından biri. Bağımlılık gibi toplumun “normal” tanımının dışında kalan durumlar, sıklıkla “anormal” olarak etiketleniyor. Bu da beraberinde çeşitli toplumsal yargıları getiriyor. Sosyal Hizmet Uzmanı Seda Nur Er bu durumu şöyle açıklıyor: “Stigma birdenbire oluşmaz. Onu oluşturan öncüller vardır. Toplumda çoğunluğun sağladığı özellikler ‘normal’ olarak tanımlanır. Eğer bu normdan farklı bir durum varsa ‘anormal’ kabul edilir. Bağımlılık da bu anlamda dışarıda kalan, normalin dışında olan bir hâl olarak görülüyor ve kişiye ‘eksik’, ‘ahlak yoksunu’, ‘iradesiz’ gibi sıfatlar yöneltiliyor. Seda Nur Er, bu önyargıların sadece bireyin dış dünyayla kurduğu ilişkiyi zedelemekle kalmadığını, bireyin kendisini de içeriden kemirdiğini ifade ediyor. Bir noktadan sonra kişi bu etiketleri içselleştiriyor, kendine olan inancını ve değişme arzusunu yitirmeye başlıyor. Er ayrıca, “Toplumun kişiyi stigmatize etmesi, zamanla kişinin kendisini stigmatize etmesine neden olabiliyor. Bu durum kişinin tedavi arayışının ve başvurusunun önüne geçiyor” diye ekliyor. Bu da bağımlılıkla mücadelenin en önemli ayağı olan tedaviye erişimi doğrudan etkiliyor. Çünkü birey, yardım istemeyi bile “utanç verici” bir şey olarak algılamaya başlıyor.
AİLELER DE DAMGALIYOR
Stigma yalnızca bağımlı bireyi değil, onun çevresini de kuşatıyor. Ebeveynler, eşler, kardeşler; yani sosyal destek ağını oluşturan en önemli kişiler de bu önyargıdan payını alıyor. Er bu durumu “bağıl stigma” olarak adlandırıyor: “Aile üyeleri veya yakın çevre, madde kullanan bir yakını olduğu için toplum tarafından stigmatize edilebiliyor. Ve en çok da en yakınlar, yani sosyal destek verebilecek kişiler tarafından. Yakın akraba ve komşular gibi. Bu durum, bağımlı bireylerde olduğu gibi yakınlarında da umutsuzluk, suçluluk, öfke, korku, utanç gibi duygular ortaya çıkarabiliyor.” Oysa bu kişiler, bağımlı bireyin iyileşme sürecinde en çok ihtiyaç duyduğu figürler. Ancak toplumsal baskı ve damgalama, onların da sesini kısmakta ve destek verme kapasitelerini azaltmakta.
Stigmanın bir başka boyutu da yapısal düzeyde ortaya çıkıyor. Bu durum, özellikle sağlık kurumlarında karşımıza çıkabiliyor. “Kurum ve kuruluş çalışanlarının bağımlılığa sahip kişilere yönelik stigmatizasyonu sonucu, hizmetin gecikmesi, erişim sorunlarının yaşanması gibi yapısal engeller ortaya çıkabiliyor” diyen Seda Nur Er, hizmet alan kişilerin bile zaman zaman başka bağımlıları damgaladığını söylüyor: “Bazen bağımlılar arasında, bağımlılık tedavi merkezlerinden hizmet alan bireyler stigmatize ediliyor. ‘Demek ki durumu çok ağır ki başvurmuş’ gibi düşünceler gelişebiliyor.” Yani stigma yalnızca sokaktaki insanın değil, kimi zaman sağlık personelinin, hatta bağımlılıkla mücadele eden diğer bireylerin bile zihinlerine yerleşebiliyor. Bu durum, toplumun meseleye dair bilgisizliğinin ve yanlış yönlendirmelerle şekillenmiş algısının ne kadar derin olduğunu gösteriyor.
BAZI GRUPLAR DAHA FAZLA DAMGALANIYOR
Her birey stigma ile aynı şekilde yüzleşmiyor. Bazı gruplar, bağımlılık söz konusu olduğunda daha sert önyargılarla karşı karşıya kalabiliyor. Seda Nur Er, bu kesimlerin iyileşme sürecinin daha fazla risk altında olduğunu belirtiyor: “Bağımlılığa sahip kişinin kadın olması, çocuk sahibi olması, bulaşıcı hastalığa sahip olması, barınma sorunu yaşaması, mali güce ihtiyaç duyması, sosyal desteğinin zayıf olması gibi durumlar stigmanın şiddetini artırmakta iken stigmanın bağımlılık gibi önemli bir sorun yaşayan bireylere ek külfet getirdiğini, yaşamlarını zorlaştırdığını görüyoruz. Stigmatizasyon, bunu deneyimleyen, maruz kalan kişilerin tedavi başarısını dahi etkilemekte. Çünkü toplumun kişiyi stigmatize etmesi, zamanla kişinin kendisini stigmatize etmesine neden olabiliyor ve maalesef bu durum zaman zaman kişinin tedavi arayışının ve başvurusunun önüne geçiyor.” Kadın bağımlıların yaşadığı damgalama, çoğu zaman ahlaki çöküntüyle ilişkilendiriliyor ve bu da onların toplumdan tamamen dışlanmalarına neden olabiliyor. Anne olan kadınların çocuklarına zarar verebileceği yönündeki yaygın kanaat ise, tedaviye başvurmayı neredeyse imkânsız hale getiriyor.
“DEĞİŞİM DİLDE BAŞLAR”
Toplumsal değişim önce dilde başlıyor. YEDAM Sosyal Hizmet Uzmanı Seda Nur Er, bu noktada “birincil dil” kavramına dikkat çekiyor: “İster bağımlılığa sahip olalım ister bağımlı yakını, ister öğrenci, esnaf, kamu çalışanı fark etmez... Bağımlılıkla ilgili konuşurken ötekini yaralayacak şekilde konuşmamalıyız. Dil yaralayabilir de iyileştirebilir de. ‘Birincil dil’ kişilerin sadece bağımlılıktan ibaret olmadığını, bağımlılığın birçok özellikten sadece biri olduğunu ifade eder. Bu nedenle ‘keş’, ‘ayyaş’, ‘bağımlı’ gibi ifadeler yerine ‘madde bağımlılığına sahip birey’ demek daha yapıcı olabilir. Bu değişim yalnızca bireysel değil, aynı zamanda medya, eğitim ve sağlık kurumları başta olmak üzere tüm kamusal alanlarda benimsenmeli. Toplumun bağımlılıkla mücadelesi çoğu zaman “savaş” metaforuyla tanımlanır. Oysa bu metaforun kendisi bile dışlayıcı ve cezalandırıcıdır. Daha şefkatli, daha kapsayıcı bir yaklaşım, hem bireyin hem toplumun iyileşme şansını artıracaktır” diyor. YEDAM Sosyal Hizmet Uzmanı Seda Nur Er, “Bağımlılığı olan bireyler, desteklendiklerinde ve doğru kaynaklara yönlendirildiklerinde çok olumlu değişimler yaşayabiliyor. Umut her zaman vardır” diyerek sözlerini tamamlıyor.