Büyük Yeşilay ailesine gönül veren sevgili dostlar,
Hayat hikâyelerle örülü. Hepimizin bir hikâyesi, ..
1053
Kumar Bağımlılığı
“Gençliğin En Büyük Sorunu Büyüyememek”
Bu çağın çocuklarının teknolojinin başrolde olduğu bir dünyaya doğduklarını söyleyen Psikiyatr Prof. Dr. Kemal Sayar, değişen anne baba rolleri ve “kırılgan çocuk imgesi” kavramı üzerinde duruyor. Günümüz aile yapısında kültürel kodların aktarımı konusunda eksiklikler olduğunu ifade eden Prof. Dr. Kemal Sayar, merhamet ve empatinin önemini vurguluyor.
Bugünün gençliğine baktığınız zaman nasıl bir tablo görüyorsunuz?
Z kuşağında temayüz eden pek çok niteliği "postmodern ben-odaklı kişiliğin" bünyesinde gözlemlemek mümkün. 2000 yılı sonrasında doğan bu gençler, bir yandan "Ben, ben olduğum ölçüde benim" düsturu gereğince kışkırtıcı bir öz güven duygusuyla kuralların, ölçülerin, vesayetlerin ötesinde özerk ve özgür olmayı bayraklaştırmakta, öte yandan da toplumsal ve geleneksel dayatmaları görmezden gelerek kendi tercih ettikleri insanlarla ve aidiyetlerle bağlantıda kalmayı önemsemektedirler. Jean Twenge bu kuşağa ipad/iphone/ipod gibi yaygın mobil iletişim araçlarından ilhamla "i-kuşağı" adını veriyor. Ona göre bu kuşağın özelliği dijital bir evrenin içine doğmuş olmaları.
Bu kuşağın teknolojinin kucağına doğması onlara nasıl yansıyor?
Bu kuşağın üyeleri daha yavaş büyüyor, daha az yüz yüze iletişim kuruyor, dünyayı değiştirmeye daha az hevesli, arkadaşlarından çok anne babalarıyla "takılıyor", hayatlarını daha çok sosyal medya veya bilgisayar başında geçiriyor, daha az ders çalışıyor, uzun ekran sürelerinden dolayı sonuçta daha mutsuz hissedebiliyor. Bu gözlemler kimi çocuk ve gençler için doğru olmakla birlikte Twenge'in tespitlerinin cihanşümul olmadığını, ABD'deki beyaz orta sınıf kültürü yansıttığını da şerh düşelim. Gerçek milenyum kuşağı, teknoloji kullanımına ve sözde kişilik farklılıklarına odaklanmanın, gençlerin karşılaştığı zor ekonomik koşulları önemsizleştirdiğine dikkat çekiyor.
Yine de bu çağın çocuklarının teknolojinin başrolde olduğu bir dünyaya doğduklarını teslim etmeliyiz. İnsanlıkla yaşıt olduğunu kabul etmemiz gereken kuşak farkı gerçeğine yeni bir moment getiren şeyin, radikal bir kırık olarak teknoloji devrimi olduğunu düşünmek, sorunu teşhis etmekte daha faydalı bir nirengi noktası olacaktır. Günther Anders, İnsanın Eskimişliği kitabında, içinde yaşadığımız ve üstümüze çökmüş dünyanın, teknikten bir dünya olduğuna işaret ederek, "Bundan böyle, tarihsel evremizde diğer şeylerin yanı sıra teknoloji de var, denemez. Aksine vaka şudur: Artık tarih, 'teknoloji' denen dünya ahvalinde gerçekleşmektedir. Teknoloji, tarihin öznesi haline gelmiştir. Biz insanlaraysa sadece 'tarihe iliştirilmişlik' kalmıştır." diyordu.
Daha önceki dönemlerde doğup büyüyen biz göçebelerin aksine, Z kuşağı dijital yerli olmanın birtakım kaçınılmaz etkileriyle damgalıdır. Her ne kadar, köşe başlarında yer tutmuş ve henüz karar mercilerinde sesi daha çok duyulan X kuşağı ve boomerlar (kısmen de Y) aksini düşünse de, sorun Z kuşağı üzerinde tam tecelli eden, postmodern ben-odaklılığın anormal bir şey olup olmadığı değildir. Bilakis ben-odaklılık gittikçe normalliğin sınırları içinde yerini almakta; insanlar, bu yönelimin talepleriyle hiçbir çatışmaya girmeksizin bu nitelikleri rahatça içselleştirdikleri sürece başarılı olmakta ve kendilerini iyi hissetmektedirler.
“KIRILGAN BİR ÇOCUK İMGESİ ÖNE ÇIKTI”
Aile içinde çocuklarla, gençlerle iletişimimiz nasıl ve nasıl olmalı?
Ev içinde çocuğun eğitimi babanın otoritesinden alınarak annenin sevgisine devredildi. Çocukluğun ayrı bir dönem olarak tanımlanmasıyla birlikte kırılgan bir çocuk imgesi öne çıktı; çocuğun uzun vadeli duygusal ihtiyaçları olan, incinebilir, ihtimama gereksinen bir varlık olduğu kabul edildi. Bir kaşını kaldırarak çocuğunu terbiye edebilen babanın yerini, onu sevgisiyle sarıp sarmalayan, her türlü beladan koruyan aşırı dikkatli anne aldı. Orta sınıf ailelerde, çocuklara istedikleri her şeyi elde etmeye hakları olan prens veya prenses gibi davranılması yaygın bir tutum. Toplum gibi aile de küçüldü ve atomlaştı, en küçük parçalarına ayrıldı. Evlerimizde aile büyüklerinin yerini alan yatılı bakıcılarla yaşıyoruz, çocuklarımızla o kadar yoğun zaman geçiriyorlar ki en kuvvetli bağlanma deneyimlerini onlarla kuruyorlar. Bir tür “taşeron ebeveynlik”. Küçülen aile, dede ve ninelerin eşsiz hikâyelerinden çocuklarımızı mahrum bırakıyor. Nesiller arasındaki devamlılık fikri aşındığı gibi, ahlaki ve dinî değerlerin aktarılmasında da boşluklar oluşuyor.
KÜLTÜREL KODLARIN AKTARIMI
Aile yapısı nasıl değişti?
Christopher Lasch'ın “Family Besieged (Kuşatılmış Aile)” adlı kitabında tartıştığı gibi, aile yapısı modern kapitalist toplumun dinamiklerinden çok etkilendi. Gerek ebeveyn-çocuk ilişkileri gerekse de eşler arasındaki ilişkiler bu etkiden nasibini aldı. Endüstri devrimiyle birlikte evindeki üreticiden dev çarkta bir dişliye dönüşen baba, yeteneklerini çocuğuna aktarmaktan geri kaldı. Üstelik babanın yokluğu, annenin gücünü de artırmadı! Aksine, annenin kendi atalarından tevarüs ettiği geleneksel bilgi tahfif edilerek, otoritesi ona çocuğunu nasıl yetiştirmesi gerektiğini söyleyen uzmanlar tarafından paylaşıldı. Aile büyükleri ve ebeveynlerin eksikliği, "kültürel kodların" aktarımını ve çocuğa "rol modeli" olma pratiğini sekteye uğrattı. Artık ebeveynlerin birçok sorumluluğu kurumlar ya da üçüncü şahıslar tarafından yerine getiriliyor.
EBEVEYNLİK GÖRMEDEN BÜYÜYEN ÇOCUKLAR
Sohbetimizin başında gençlerin büyüyememesinden bahsettiğiniz. Bunu biraz açar mısınız?
Günümüz toplumunda erişkinlerin ergenliğe gerilediği ve ergenlerin de erişkin olmaya niyetlenmedikleri bir gözlem olarak dile getiriliyor. 'Babanın ölümü'ne tanık oluyoruz. Bütün simgesel biçimleriyle baba ve otoritesi kayıplara karışıyor. Yarım erişkinlik ödüllendiriliyor. Böylece bütün kadim öğretilerde yerleşik olan dürtüleri kontrol etme, bastırma ve disiplin gibi dizginler serbest bırakılıyor. Günümüzün insanı geçmişin kısıtlama ve dizginlerinden kurtuldukça kendisini daha özgür hissediyor. Anne babalar çocukluğa geriliyor ve yalnız bırakılmış çocuklardan da bir an önce büyümeleri isteniyor. Çocuklar bunu elbette başaramıyor, yetişkinlik ve çocukluk arasında bir durakta kalakalıyor. Anne babalık her bir nesilde mevzi kaybediyor. Doğru dürüst bir ebeveynlik görmeden büyüyen çocuklar, kendileri anne baba olduklarında, izleyebilecekleri bir erişkin rol modelinden mahrum bulunuyor. Yetişkinliğe bakıldığında görülen şey kaos ve boşluktan başka bir şey değil. Herkesin her şeye hakkının olduğunu düşündüğü, herkesin haksızlığa uğradığı gerekçesiyle bir diğerine bağırdığı, herkesi tatmin edecek saygın bir otorite bulmanın giderek zorlaştığı bir toplumdan söz ediyoruz.
Peki bu gençlerde nelere yol açıyor?
Babanın meşruiyetini yitirmesi sadece çocuklukta saygı duyulan bir rol modelinin kayıplara karışması değil, ileriki hayatımızda akıl danışacağımız, bize rehberlik edecek bir âkil adamı da yitirmemiz anlamına geliyor. Bütün bir erkek kuşağında kimlik kaybına yol açabilecek, erkekleri yalnızlaştıran bir durum bu. Olgunluk ve sorumluluk da babayla birlikte yitip gidiyor. Erişkin kişi ani tatmin, rahat ve heyecan peşinde koşmayan kişidir. Erişkin kişi hayatı bir biyografi ve gelecek ışığında tanzim eder. Kendisinden önce gelenlerin hayatını devam ettirir ve geleceği çocuklara miras bırakır. Hayatı sadece kendisi için yaşamaz. Erişkin kişi yaşın getireceği olgunluk ve sorumluluk hissini sahiplenir, böylelikle de kendisinden sonra gelen genç nesillere örnek teşkil eder. Anne babalar çocukların hedonizmini taklit ediyor. Hayat günübirlik zevk ve eğlence için yaşanıyor. Böylece bir türlü büyüyemeyen, büyümek istemeyen insanlar zuhur ediyor. Hayatı sadece kendisi için yaşayan bireyler, narsisizm bayrağını toplumun burçlarına dikiyor.
MERHAMET VE EMPATİ
Bu durumdan kurtulmak için ne yapmak gerekiyor?
Narsisizmden kurtularak, her birimizin diğeri için sorumluluk hissettiği bir ihtimam ahlakına dönebilir miyiz? Bunun için merhamet ve empatiyi, bebeklikten yaşlılığa kılavuz edinmemiz gerekiyor. Hayatı sadece kendimiz için yaşamıyoruz. “Dünyayı çocuklarımızdan ödünç aldık.” diyor bilge yerliler. Arzularımızı sınırlandırmayı ve bunları kültürel / ahlaki bir kod haline getirmeyi başarmamız gerekiyor. Böylece anne babalar çocuklarını narsistik bir biçimde kullanmayacak veya onları sırf kendi arzuları uğruna yalnız bırakmayacak ve ihmal etmeyeceklerdir.
Bu empatiyi nasıl sağlayacağız? Biraz empatiden bahsedelim mi?
Empati konusunu araştırmak ile ilgili kişisel ihtiyacım 2005 yılı Ağustos ayında başladı, Katrina kasırgasının dehşet verici görüntülerini televizyondan izlediğim dönemde. Haberler akıp giderken kilometrelerce ötede ilgimi çeken önemli bir konu oldu: İnsanların hayatta kalma çabası. Hayatı tehdit edecek böylesine ani ve büyük bir felaketin ne kadar korkunç olabileceğini düşündüm. Kasırga haberleri sürüp giderken yağmalama ve kuralları ihlal eden insanların görüntüleri ortaya çıktı. Tam da o an New Orleans’ta, o insanların yanında olsaydım ben de aynısını yapardım diye geçirdim içimden. Böyle düşünme sebebim fiziksel tepkilerim ve hayatta kalma ihtiyacım ile bağlantılıydı. Bu nasıl olabilirdi? Ben, kurallara uyan, gerektiğinde bağışlar yapan, zamanını insanlara ve ailesine harcayan bir sosyal görevliyken hem de. Nasıl olur da kendimi yağma haberlerinin içinde görebilirdim? Tüm bu rahatsız eden düşüncelerimin cevabını yıllar süren “empati” çalışmalarımın sonunda buldum.
Empati kavramı genel olarak “kendisini bir başkasının yerine koymak” olarak tanımlanır. Bunun işin karşımızdaki kişinin ne düşündüğünü ve hissettiğini anlamamız gerekir. Ünlü sosyal psikolog C. Daniel Batson, empatinin diğer kişi gibi hissetmek olduğunu söyler. Bazen başka birisinin acısını yaşamak ve aynı rahatsızlığı paylaşmaktır. Empati bazen; sempati, tutku, acıma ve ilgi gösterme gibi benzer kavramlarla karıştırılır. Ama aslında bu kavramların tümü empatiyi içermektedir.
Siz empatiyi nasıl tanımlıyorsunuz?
Bana göre empati “kişilerarası” ve “sosyal” empati olarak ikiye ayrılır. Kişilerarası empati; sadece kişileri ve küçük grupları kapsar. Bu empati türü günlük yaşantımızın adeta bir parçası gibidir. “Seni anlıyorum.” deriz ve başkaları da bizi anlarsa değerli hisseder, mutlu oluruz. Nörobilim alanıyla ilgilenenler, bireylerin beyin haritasını incelediklerinde empatinin bazı nöral devirdaimler ile gerçekleştiğini tespit etmişlerdir. Bunlar; başkalarının davranışlarını paylaşmak ve hem fiziksel hem de zihinsel olarak hissetmek, bu verileri kaydetmek böylece benzer olaylarda aynı şeyleri tecrübe etmek ve aynı zamanda kendi duygularımızı kontrol altında tutmaktır.
Yıllar geçtikçe kendime empati ile ilgili birçok soru sormaya başladım. Bunlardan en önemlisi neden bazı insanlara ve durumlara karşı empati geliştiremediğimiz ve insanların ihtiyaçlarına cevap veremediğimiz ile ilgiliydi. Bu konu beni “sosyal empati” kavramını geliştirmeye yöneltti. Sosyal empati, kişilerarası empatinin daha geniş bir alanda etki göstermesidir diyebiliriz. Başkalarını ve diğer sosyal grupları, onların yaşadıklarını idrak ederek ve onlarla aynı şeyleri tecrübe ederek anlamaktır. Sosyal empati bize olan biteni daha derinden anlayabilme fırsatı sunar ve bu durum daha ileri biz düzeyde sosyal iyilik halini yaşayabilmek demektir.
PROF. DR. M. KEMAL SAYAR KİMDİR?
Hacettepe Üniversitesi (İngilizce) Tıp Fakültesinden mezun oldu. 1989-1995 yılları arasında Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı’nda uzmanlık eğitimine devam etti. 2000 yılında psikiyatri doçenti, 2008 yılında psikiyatri profesörü oldu. Çeşitli ulusal ve uluslararası dergilerde danışmanlık ve hakemlik yaptı. Psikiyatri konulu çok sayıda kongre ve sempozyumda düzenleyici ve konuşmacı olarak yer aldı. 2002 yılında, Kanada McGill Ünivesitesinde Transkültürel Psikiyatri bölümünde konuk öğretim üyesi olarak çalıştı. Bakırköy ve Erenköy Ruh Sağlığı ve Sinir Hastalıkları Hastanelerinde Klinik Şefliği görevlerini yürüttü. Halen Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı Başkanı’dır. Mesleki çalışmalarının yanı sıra televizyonda “Ruhun Labirentleri” ve “İnsanlık Hali” adlı programları hazırladı ve sundu.