
Büyük Yeşilay ailesine gönül veren sevgili dostlar,
Hayat hikâyelerle örülü. Hepimizin bir hikâyesi, hatta..
Bağımlılık tedavisi, yalnızca bağımlı bireyin çabasından değil, aile ve sosyal çevrenin de katılımından etkilenen karmaşık bir süreç. Peki, çocukların riskli davranışlara yönelmesinde ailenin rolü nedir? Koruyucu bir aile ortamı nasıl şekillendirilir? Bağımlılıkla mücadelede aile desteği neden kritik öneme sahiptir? Uzman Psikolog Kinyas Tekin, bu soruların yanıtlarını bilimsel araştırmalar ve klinik deneyimler ışığında ele alıyor.
Bağımlılık sürecini anlamak açısından, çocukların riskli davranışlara yönelme eğilimi nasıl şekillenir? Bu süreçte aile nasıl bir role sahiptir?
Çocukluk ve ergenlik döneminde riskli davranışlara yönelme, gelişimin bir parçası olarak görülebilir; gençler yeni deneyimler arar, sınırları zorlar. Ancak bu süreç bazen sağlıksız sonuçlar doğurabilir ve madde kullanımı gibi bağımlılık risklerine dönüşebilir. Bir çocuğun riskli davranışlara eğiliminde en kritik belirleyicilerden biri aile ortamıdır. Araştırmalar, çocukların ve ergenlerin kendi davranışlarını aile üyelerinin tutum ve alışkanlıklarını model alarak şekillendirdiğini ortaya koymaktadır. Örneğin, ebeveynlerin sigara, alkol veya diğer maddeler konusundaki tutumu ve davranışı, çocukların bu tür riskli aktivitelere bakışını doğrudan etkileyebilir. Ebeveyn kendi davranışıyla risk almayı normalleştiriyorsa, çocuk da bunu erken yaşta öğrenir. Bunun yanı sıra, çocuğun maruz kaldığı stres ve travmalar da risk eğilimini artırır. Erken çocuklukta fiziksel veya duygusal istismar, duygusal ihmalkârlık, ebeveynin madde kullanımı ya da aile içi şiddete tanık olma gibi stres etkenleri, ilerleyen dönemde çocukların madde kullanımı, bağımlılık veya intihar gibi olumsuz sonuçlar yaşama olasılığını yükseltmektedir. Bu tür zorlayıcı deneyimler yaşayan çocuklar, ergenlikte duygularını kontrol etmekte, dürtülerini dizginlemekte zorlanabilir; okulda başarısızlık, okulu bırakma veya akran gruplarınca dışlanma gibi durumlarla daha sık karşılaşabilirler.
Aileler, çocuklarını bağımlılığa karşı korumak adına erken çocukluktan itibaren ne tür yapısal ve duygusal önlemler almalı? Bu konuda en sık yapılan ihmaller neler?
Ailenin koruyucu rolü, çocuk daha küçük yaştayken başlar. Duygusal olarak çocukla güçlü bir bağ kurmak, sevgi ve güven ortamı yaratmak kritik öneme sahiptir. Çocuğun kendini evinde güvende ve değerli hissetmesi, ileride dış etkenlere karşı daha dirençli olmasını sağlar. Ailesinden destek gören, ebeveynleriyle açık bir ilişki sürdüren gençler kendilerini “anlaşılan, sevilen ve değer verilen” bireyler olarak tanımlar ve akran baskısına veya zararlı alışkanlıklara karşı daha dirençli olurlar. Bu nedenle ebeveyn-çocuk iletişimi erken yaşlardan itibaren kuvvetlendirilmelidir. Çocuklar soru sorduklarında onlara sabırla yanıt vermek, duygularını ifade etmelerine izin vermek ve yargılamadan dinlemek, ileride ergenlik fırtınaları koptuğunda bile sığınabilecekleri bir liman yaratır. Yapısal açıdan ise tutarlı disiplin ve gözetim büyük önem taşır. Elbette çocuklar büyüdükçe bağımsızlıklarını kazanmak isterler; ebeveynler de bu dengeyi iyi kurmalıdır. Araştırmalara göre, yüksek beklentiler belirleyen, net aile kuralları koyan, tutarlı ve adil disiplin uygulayan ve yaşa uygun şekilde çocuklarını denetleyen ebeveynler, çocuklarını sağlıksız riskli davranışlardan uzak tutmada daha başarılı olmaktadır. Burada önemli olan, koyulan kuralların sevgi ve anlayış içeren bir yaklaşımla sunulmasıdır; böylece çocuk kuralları bir baskı unsuru değil, sevginin ve ilginin göstergesi olarak algılar. Otoriter (aşırı katı ve cezaya dayalı) veya tam tersi ihmalkâr (hiç kural koymayan, ilgisiz) ebeveynlik tarzlarının, ergenlerde madde kullanımı riskini artırdığı bilimsel olarak gösterilmiştir.
Bağımlılıkla mücadele sürecine ailenin destekleyici ve iyileştirici olarak aktif katılımı nasıl olumlu sonuçlar doğurur?
Aileye düşen, suçluluk duygusuna kapılmak yerine çözüm odaklı ve destekleyici olmaktır. Madde kullanımına eğilim ortaya çıktığında veya bir bağımlılık söz konusu olduğunda, aile hem destekleyici hem de iyileştirici bir faktör olarak sürece dâhil olmalıdır. Yaygın bir deyişle “Bağımlılık bir aile hastalığıdır” yani yalnızca bireyi değil, tüm aileyi etkileyen ve ailece mücadele edilmesi gereken bir sorundur. Bu bakış açısıyla, çocuk tedaviye ihtiyaç duyduğunda tüm ailenin seferber olması, birlikte öğrenip birlikte değişmesi gerekebilir. Bilimsel araştırmalar da aile katılımının, gençlerde bağımlılık tedavisinin başarısını artırdığını ortaya koymaktadır. Örneğin, gençlere yönelik bağımlılık tedavileri üzerine yapılan incelemelerde, aileyi sürece dâhil eden terapi modellerinin neredeyse her karşılaştırmada daha üstün sonuçlar verdiği görülmüştür. Aile terapisi, iletişim, problem çözme ve baş etme becerileri üzerine odaklanarak, sadece gencin değil tüm aile üyelerinin davranışlarını ve ilişkilerini iyileştirmeyi hedefler. Bu sayede, bağımlılıkla mücadelede yalnız gencin değil, ailesinin de değişimi desteklenmiş olur. Nitekim aile temelli tedavilerle elde edilen kazanımların, tedavi sonlandıktan 12-18 ay sonrasına kadar devam edebildiği ve madde kullanım sıklığında anlamlı azalmalar sağladığı rapor edilmiştir.
Tedavi sürecinde ailelerin sıklıkla yaptığı hatalar nelerdir? Özellikle çocuklarının bağımlılığıyla yüzleşirken gösterdikleri hangi tutumlar süreci olumsuz etkiliyor?
Ailelerin sık yaptığı hatalardan biri inkâr ve sorunu görmezden gelmektir. Kimi ebeveynler, çocuklarının madde problemi olduğunu kabul etmekte zorlanır, “düzelir, ergenlik hevesidir, geçer” diyerek durumu hafife alabilir. Bu tutum, profesyonel yardım alınmasını geciktirerek sorunun derinleşmesine yol açabilir. Bir diğer yaygın hata, aşırı koruyucu ve “kolaylaştırıcı” tutumdur. Çocuk acı çekmesin veya kötü sonuçlarla karşılaşmasın diye, ebeveynler bazen onun yerine sorunları çözmeye çalışır. Örneğin çocuğun bağımlılığı yüzünden karşılaştığı bir problemi (okulda ceza alması, borçlanması vs.) ebeveyn üstlenip temizlerse, çocuk hatalarının sonuçlarıyla yüzleşmez. İyi niyetle yapılan bu fazla korumacı müdahaleler, gencin sorumluluk almasını engelleyerek bağımlılık döngüsünün sürmesine katkı sağlayabilir. Tam ters uçta ise bazı ebeveynler aşırı tepkisel veya cezalandırıcı davranarak hata yapar. Öfkeyle çocuğu sert şekilde cezalandırmak, evden kovmak veya suçlayıcı sözler söylemek, genci disipline etmek bir yana, ondan tamamen kopma riskini beraberinde getirir. Cezalandırıcı yaklaşımlar gençleri genellikle isyana iter veya onları utanç duygusuyla içine kapanmaya zorlar. Güncel araştırmalar, okullardaki disiplin politikalarından aile tutumlarına kadar, salt ceza odaklı yaklaşımların madde kullanımını caydırmada etkisiz kaldığını, hatta tam tersine kullanımı artırma riskini doğurabildiğini göstermektedir.
Suçlayıcı, cezalandırıcı ya da dışlayıcı tutumların bağımlılıkla mücadele eden çocukların psikolojisine etkilerini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bağımlılıkla mücadele eden bir çocuk, zaten kırılgan bir ruh hâline sahip olabilir; utanç, suçluluk, çaresizlik gibi duygularla boğuşuyor olabilir. Böyle bir durumda ailesinin onu suçlaması, “iradesizsin, bizi mahvettin” gibi sözlerle utanç duygusunu pekiştirmesi, çocuğun kendini daha da değersiz ve umutsuz hissetmesine neden olur. Suçlanmak ya da evden, aileden dışlanmak (örneğin diğer kardeşlerden uzak tutulmak veya eve alınmamak) gencin kendini istenmeyen biri gibi görmesine yol açabilir. Psikoloji uzmanları, yoğun utanç duygusunun bağımlılık döngüsünü besleyebileceğini belirtirler; kişi kendini o kadar kötü hisseder ki bu duygudan kaçmak için yine maddeye yönelebilir. Dolayısıyla, aile içindeki aşırı sert ve yargılayıcı tutumlar, bağımlı gencin iyileşme motivasyonunu kırabilir, hatta sorunun derinleşmesine katkıda bulunabilir. Öte yandan, genci dışlamak da onu destek alabileceği yegâne güven ortamından mahrum bırakmak demektir. Aile desteğini kaybeden bir genç, kendini tamamen sorunlu akran çevresine teslim edebilir veya depresyona sürüklenebilir.
Peki, sağlıklı, destekleyici ve iş birliğine dayalı ebeveyn tutumları neler olmalı? Bu yaklaşımların çocuk üzerinde oluşturduğu somut değişimler neler?
Öncelikle, sağlıklı tutum koşulsuz sevgi ve sabırla çocuğa yaklaşmak demektir. Bu, sorumlulukları tamamen kaldırmak anlamına gelmez; aksine, sevgi dolu bir ortamda gence hatalarının sonuçları öğretilir, fakat onu bir birey olarak değersizleştirmeden, yargılamadan yapılır. Örneğin, iş birliğine dayalı tutum, çocuğun tedavi planına ailece dâhil olmak, beraber hedefler koymak ve küçük başarılarını takdir etmek şeklinde olabilir. Ebeveyn burada bir rehber rolündedir. Kurallar ve sınırlar yine vardır, ancak ceza vermek yerine doğal sonuçlar ve yapıcı geri bildirimler ön plandadır. Bir ebeveyn çocuğuna “Seni seviyorum ve bu yüzden senin iyiliğin için bu sınırlara ihtiyacımız var” mesajını verebildiğinde, çocuk da davranışlarının sorumluluğunu almaya daha istekli olur. Destekleyici ebeveyn tutumları çocuğun öz güvenini besler. Çocuk, hataları olsa bile ailesinin onu insan olarak sevdiğini, değer verdiğini bilir. Bu güven duygusu sayesinde, sorunlarını ailesiyle paylaşmaya çekinmez ve yardım aramaya daha açık hâle gelir. Aile bu konuşma zemininde, gencin asıl problemlerini (örneğin depresyon, sosyal kaygı, travma vb.) öğrenerek çözüm arayışına girebilir. İş birliği içinde hareket eden ailelerde, çocuk bir hata yaptığında “sorun” olarak görülmez; sorun ailece çözülmesi gereken bir mesele olarak ele alınır. Bu yaklaşım, çocuğun hem aidiyet hissini güçlendirir hem de problem çözme becerilerini geliştirir. Sonuçta çocuk, bir yandan yaptığı davranışın sorumluluğunu üstlenirken, bir yandan da bunu düzeltme gücünü içinde bulur çünkü arkasında destek vardır.
Sosyal izolasyon ve damgalanma, bağımlılık tedavisinde nasıl yıkıcı sonuçlar doğuruyor? Bu anlamda sosyal çevrenin destekleyici rolü nasıl öne çıkıyor?
Çocukları bağımlılıktan korumak ve bağımlılıkla mücadele eden gençlere yardımcı olmak, yalnızca ailenin çabalarıyla sınırlı kalmamalıdır. Sürdürülebilir bir destek ortamı, aile ve toplumun el ele vermesiyle mümkündür. Bu bağlamda; okullar, akrabalar, arkadaş aileleri, komşular ve sivil toplum kuruluşları da destekleyici bir çevre oluşturabilir. Örneğin, çocuğun hayatında aile dışından güvenebileceği bir yetişkin figürü (öğretmeni, antrenörü, akrabası gibi) olması, riskli davranışlara karşı ekstra bir koruma katmanı sağlar. Toplum düzeyinde, bağımlılıkla ilgili damgalamayı (stigma) azaltmak büyük önem taşır. Aileler bazen “El âlem ne der” kaygısıyla sorunlarını gizler, destek aramaktan çekinir. Oysa toplum, bağımlılığı bir ahlak meselesi değil bir sağlık meselesi olarak görmeye başladığında, aileler de daha erken ve çekinmeden yardım alabilirler. Kamu kurumları ve sağlık kuruluşları erken eğitim programları, ebeveyn rehberliği ve gençlere yönelik danışmanlık hizmetleri sunarak ailelerin işini kolaylaştırmalıdır. Okullarda önleyici eğitimler, rehberlik hizmetleri ve riskli davranış tespit edildiğinde cezadan ziyade rehabilite edici yaklaşımlar uygulanması da sürdürülebilir destek için şarttır. Nitekim, sorun yaşayan genci okuldan atmak veya uzaklaştırmak yerine, ona ve ailesine danışmanlık ve eğitim sunmanın çok daha yapıcı olduğu anlaşılmıştır.