Büyük Yeşilay ailesine gönül veren sevgili dostlar,
Hayat hikâyelerle örülü. Hepimizin bir hikâyesi, ..
1075
Yaşam
“Çocuk Olumsuz Duyguları Makul Düzeyde Deneyimlemeli”
“Gökyüzü gibi bir şey bu çocukluk, hiçbir yere gitmiyor.” demiş şair Edip Cansever. Bu yüzdendir ki sağlıklı ve mutlu bir çocuk yetiştirmek her ebeveynin en büyük arzusu. Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi Öğretim Üyesi Gelişim Psikoloğu Dr. Fatıma Tuba Yaylacı, anne ve babaların “mutlu çocuk yetiştireceğim” diye düştükleri en temel hatalardan birinin çocuğu mutlu etmeyi nihai hedef olarak koyarak bütün isteklerini yerine getirmek olduğunu söylüyor. Dr. Fatıma Tuba Yaylacı, sağlıklı ve mutlu çocuk yetiştirmenin yollarını anlattı…
Sağlıklı ve mutlu bir çocuk nasıl yetiştirilir?
Çocukluk dünya üzerinde çok geniş bir yelpazede deneyimleniyor. Sağlıklı ve mutlu çocukluğun tanımı da coğrafya, kültür ve yaşam şartlarına göre çok değişkenlik gösteriyor. Ayrıca çocuğun yaşına göre de çocuk yetiştirme konuları ve izlenecek yollar oldukça farklılaşıyor. Fakat herkes için geçerli olabilecek, sağlıklı bir çocukluk deneyiminin başat (baskın) unsurlarından söz edebiliriz. Öncelikle muhakkak güven olmalı. Güven, çocuğun psikolojik ihtiyaçlarında ilk sırada. Gelişimsel psikoloji literatürüne baktığımızda yaşamın erken döneminden itibaren insan yavrusu bir yetişkin bakım verene güvenle bağlanmak ve dayanmak istiyor. Bu yetişkin, biyolojik anne, baba veya onları ikame eden başka bir bakım veren olabilir. Geniş ailelerde, toplulukçu yaşam biçimlerinde bu rolü kimlerin alacağı çeşitlenebilir. Burada temelde önemli olan, bebeğin dünyaya geldiği andan itibaren başka bir özne ile etkileşim halinde olması ve bu etkileşim içinde ihtiyaçlarını doğrudan ifade edip karşılayabilmesi. Bu güven ihtiyacının karşılanması ile ikinci unsur devreye giriyor, bu da keşiftir, dünyayı keşfetmek. Çocuk dünyaya geldiği andan itibaren durmaksızın bir keşif içindedir. Eğer güvende hissederse bu keşifle kendisi için gerekli olacak bütün bilgilere ulaşır ve hayatta kalmasına yetecek becerileri geliştirir.
Güven ve keşif, çocuğun ihtiyaçlarına duyarlı bir bakım verme ortamında, yani ailede çocuğun sağlıklı yetişmesinin zeminini sağlar. Aslında bunun üzerine bina edeceğimiz diğer unsurlara da bu iki kavram ışık tutar. Mesela, duyguların açıkça ifade edilebilmesi, paylaşılabilmesi, zor duyguların düzenlenmesinde aileden şefkatli bir destek görebilmek… Bunların hepsi sağlıklı ve mutlu bir çocukluk için çok önemli unsurlar. Çocuğun bilişsel gelişimi için ise, içinde bulunduğu çevre ile uyumlu deneyimlerin, eğitim ve öğrenme ortamlarının ve materyallerinin, yeterli düzeyde uyaranın çocuğa sunulması çok önemli. Somutlaştıracak olursak, özellikle okul öncesi dönem için bol bol serbest ve açık havada oyun, çokça kitap ve çocuğun hayali “mış gibi” oyun oynamasına imkân verilmesini çok önemsiyorum. Okul çağı ve sonrası için ise kaliteli sosyal ortamlar, çocuğun bireyleşme sürecini destekleyici demokratik eğitim ortamları çok önemli diye düşünüyorum.
Bununla birlikte bu unsurlardan mahrum olan her çocuğun sağlıksız ve anormal bir yetişkin olacağını da kesinlikle varsayamayız. Çocuklukta zorlu deneyimler yaşayanların bir kısmının bu zorluklara rağmen yeterli ve sağlıklı bireyler olabildiklerini, dayanıklılık/rezilyansa dair bilimsel çalışmalardan biliyoruz.
“AİLE BİREYLERİNİN BİRLİKTE AKŞAM YEMEĞİ YEMESİ ÖNEMLİ”
Anne ve babaların çocuklarıyla doğru iletişimi nasıl olmalı?
Çocukla doğru iletişim aslında herhangi bir insanla doğru iletişimden çok farklı değil. Sorun çocukla iletişim deyince biz yetişkinlerin yapaylaşmasında. Çocuklarda, sormuş olmak için sorduğumuz sorular, yapmış olmak için yaptıklarımız işlemiyor. “Bugün okul nasıl geçti?” diye sorduğumuzda veya “Hadi bakalım biraz ders çalış” dediğimizde, doğru cümleleri kurduğumuzu düşünsek de aslında iletişim kurmuş olmuyoruz. Çocukla iletişimin ortaklıklar üzerinden ilerleyebileceği kanaatindeyim. Birlikte bir iş tutmak, ortak bir faaliyeti yürütmek ve bu esnada sohbet etmek çok daha etkili olabilir. Ortaklıklar aile içi iletişimi güçlendirir. Tarihsel olarak baktığımızda yetişkin ile çocuk ortamlarının ve faaliyetlerinin hiç olmadığı kadar ayrıştığı bir zamanı yaşıyoruz. Sabah aile fertleri olarak evlerden dağılıp akşam birkaç saatliğine buluşuyoruz. İletişim kurabilmemiz için ortak faaliyetleri artırmamız, sonrasında da göz teması kurarak ve gerçekten karşılıklı paylaşımlarla konuşabilmemiz lazım, tek taraflı değil. Bunun en güzel örneği akşam yemeğidir. İlginçtir, gelişim psikolojisi literatüründe, aile bireylerinin birlikte akşam yemeği yemesi, çocuk gelişimindeki pek çok olumsuz sonucu bertaraf eden bir koruyucu faktör olarak ön plana çıkar. Buna ilave olarak, her ne yapıyor isek, yürüyüş yapmaktan temizliğe, kitap okumaktan çamaşır katlamaya kadar, çocuğu erken yaşlardan itibaren dahil etmek iletişimimizi güçlendirecektir.
Çocukların her istediğini yapmak doğru mu? Nedenleriyle açıklar mısınız?
Elbette değil. Ebeveynlik literatürü bize duyarlılık ve sıcaklık ile sınır koymanın dengeli biçimde var olduğu aile ortamlarının ideal gelişimsel sonuçları verdiğini söylüyor. Sınır koymak oldukça önemlidir. Çocuk yetiştirirken aklımızın bir kenarında çocuğu gerçek hayata hazırlamak da olmalı. Gerçek hayatta her istediğimiz olmuyorsa, çocuklukta da hayal kırıklığını deneyimlememiz çok doğal. Bu, küçük dozlarda stres ve hayal kırıklığını yaşamak, çocuğa o zor duyguları nasıl regüle edeceğini de prova etme imkânı sunar. Burada anahtar nokta, çocuğa bu hayal kırıklığında destek olmak. “Hayır” derken, “Bunu yapamam” derken iki şeyi yapmak: Birincisi, koyduğumuz sınırın arkasındaki sebebi, yani mantığını, çok kısa ve basit şekilde açıklamak. İkincisi ise, birincisinden çok daha önemli; çocuğa stresle başa çıkmasında destek olmak. Ağlayabilir, üzülebilir, kızabilir. Bütün bu duygulara izin vermek ve bunları çocukla aramızda çatışma unsuru haline getirmemek. Çocuğun zor duygularını ifade etmesinin sağlıklı yollarını ona öğretir ve duygusu ile başa çıkmasında destek olursak, onunla aynı tarafta oluruz. Onun karşısına geçersek, öfkesini üzerimize alınırsak, konuyu gereksiz yere ilişkisel bir mesele haline getirmiş oluruz.
ÜÇÜNCÜ EBEVEYN...
Ebeveynler arasındaki iletişim çocukları nasıl etkiler? Anne babanın olaylar karşısında birbirlerinden farklı ya da kendi içlerinde tutarsız tepkileri çocuğa nasıl yansır?
Byron Norton’ın meşhur tabiri ile anne ve baba arasındaki ilişki aslında çocuğun üçüncü ebeveynidir. Bu ilişki hem çocuğun nefes aldığı atmosferi oluşturur, çocuk bu atmosfer içinde var olmaya çalışır, hem de bu ilişki çocuğun diğer ilişkileri için bir model teşkil eder. Problemler nasıl çözülüyor, duygular nasıl ifade ediliyor, açık ve doğrudan iletişim var mı, yoksa imalı ve dolaylı mı, şiddet dili var mı vs. gibi konular çocuğa bir yol çizer. Aslında anne baba her olaya aynı şekilde tepki vermek zorunda değil. Annenin ve babanın çocukla ayrı ayrı ilişkileri var ve anne ile baba aynı insan değil. Tepkilerin, tutumların farklılaşmasından ziyade bu farklılığın çocuğun yaşı ile uyumlu olarak nasıl sunulduğu ve nasıl çözümlendiği önemli. Mevzu daha çok bu farklılığın çocuğun hayatında nasıl bir rol oynadığı. Örneğin, çocuk ile ilgili verilecek hayati bir kararda anne baba arasındaki fikir ayrılığı, çocuğun yanında bir çatışma olarak ortaya dökülürse çocuk da burada üstlenmemesi gereken bir sorumluluğu üstlenip gereksiz bir kaygı yaşayabilir. Burada anne babanın meseleyi kendi aralarında halletmeleri ideal. Fakat sıradan günlük olaylarda anne babanın fikir alışverişi yapması, konuları müzakere etmesi, bir problemi çözmeye yönelik istişare etmesi çocuğa bütün bu becerileri modeller. Burada önemli olan, duygusal ton. Karşılıklı saygının ve anlayışın olduğu bir müzakere ortamında farklılıkların da problem olmayacağını düşünüyorum. Ebeveynlik açısından da bazen anne ve baba çocuğun farklı ihtiyaçlarını karşılayabiliyor. Örneğin baba hareketli oyunlarla çocuğun heyecan ve uyarılma ihtiyacını giderirken, anne sakinleşme ve güven ihtiyacını karşılayarak gün içinde denge sağlanabiliyor.
Huzursuz bir aile ortamı sonucu ayrılmaya karar veren ebeveynler bunu çocuklarına nasıl söylemeli ve ilerleyen süreci doğru şekilde nasıl yürütmelidir?
Bu kararı birlikte, sakin bir şekilde çocuğa açıklamaları en ideali. Anne baba arasındaki ilişkinin form değiştirdiğini, artık aynı evde yaşamayacaklarını ama çocuğun annesi ve babası olmaya devam edeceklerini açıkça söylemek çok rahatlatıcı olabilir. Bu, biz yetişkinler için bariz olsa da çocuk için değil. Çocuk, boşanmanın ne demek olduğuna dair somut bir açıklamaya ihtiyaç duyar. Ayrıca bu açıklama sırasında ortaya çıkan duygularımız, yüz ifademiz çok önemli. Çünkü çocuk için bizim ne hissettiğimiz bir referans kaynağıdır. Bize göre durumu okuyacaktır. Elbette bu sevinçli bir haber değil, karmaşık duyguları barındırıyor. Ancak çocuğa umut veren, zor da olsa bu geçiş sürecinde ona destek olacağını söyleyen bir dille bu haberi vermek çok yardımcı olacaktır. Son olarak özellikle okul öncesi dönemde çocuklar anne babanın ilişkisinden kendilerini sorumlu tutabilir. Bu konunun yetişkinlerin meselesi olduğu vurgulanmalı. Bu süreçte anne ve baba çocukla iletişimde zorlanıyor ise profesyonel destek alınabilir.
“MÜKEMMEL OLMAK ZORUNDA DEĞİLİZ!”
Her konuda mükemmeliyetçi yaklaşım çocuk açısından sağlıklı mı?
Çocuk yetiştirme konusu anne babalar için baş döndürücü bir pazara dönüştü diyebiliriz. “Kaliteli çocukluk” artık oyuncaklarla, eğitici materyallerle, kurslar, etkinlikler, gelişimi destekleyici besinlerle, ebeveynlere yönelik atölye ve eğitimlerle pazarlanan bir şeye dönüştü. Sosyolojik açıdan baktığımızda risk odaklı, aşırı farkındalık içeren ve çocuğun kırılganlığının esas alındığı bir ebeveynlik algısı var. Tam da bu yüzden sağlıklı çocukluk dediğinizde başat unsurları oldukça yalın ama temel ihtiyaçlara odaklanarak özetlemeye çalıştım. Ebeveynliğe ve çocuk gelişimine dair bilgilenmek ve farkındalık güzel, fakat özellikle sosyal medya ve popüler kültürde hızla yayılan bir bilgi yoğunluğu ve kirliliği de var. Bu bilgilerin hepsi faydalı mı emin değilim. Ebeveynlere kendini çokça suçlu hissettiren, gerçekçi olmayan ideal bir çocukluk kurgulayan bir söylem gelişti. Ebeveynler çoğunlukla eksik ve tükenmiş hissediyor. Umarım okuyanları bu rahatlatır: Hayır, mükemmel olmak zorunda değiliz! Tam aksine mükemmel olma çabası, çocuğa da anlamsız yükler yüklüyor ve kendini suçlayan ve tükenmiş bir ebeveyn hiçbir çocuğa iyi gelmiyor. En başta söylediğim gibi güvenli bir bağ ve çocukla etkileşimden keyif almamız aslında bu sürecin anahtarı.
Ebeveynlerin aşırı koruyucu yaklaşımı çocukları nasıl etkiler?
Aşırı koruyucu yaklaşım çocuğa iki önemli şey söyler. Birincisi, “Dünya tehlikeli bir yer, ben seni hep korumalıyım.” İkincisi; “Sen kendi kendini koruyamazsın, hep bana ihtiyacın var.” Bu iki mesajı alan çocukta kaygı gelişmeye başlar. Altı yıl boyunca 400’e yakın çocuğun maruz kaldığı ebeveynliğin boylamsal sonuçlarını incelediğim bir çalışmamda beni en çok etkileyen bulgu şuydu: Aşırı duyarlı, aşırı hassas ebeveynlerin çocukları, duyarsız ve hassas olmayan ebeveynlerin çocukları gibi kaygılıydılar. Burada bir vasattan söz etmek mümkün. Makul-orta derecede duyarlı ebeveynlik sosyo-duygusal gelişimde ideal sonuçları ortaya çıkarıyor. Çocukları aşırı korumak yerine kendilerini koruyacakları becerilerini destekleyebiliriz. Örneğin oyun parkında diğer çocuklarla çatışma yaşayan çocuğumuzu akranlarıyla araya girerek korumak yerine, onun çatışma çözümünü akran ilişkilerini deneyimleyerek öğrenmesine alan açmak, buna izin vermek ve gerektiğinde desteklemek gerekiyor. Tabii bu, bazen onun üzülmeyi, kızmayı, stres yaşamayı deneyimleyerek öğrenmesi de demek oluyor.
Anne ve babaların “mutlu çocuk yetiştireceğim” diye düştükleri en temel hatalar neler?
Biri, çocuğu mutlu etmeyi nihai hedef olarak koyarak bütün isteklerini yerine getirmek. Diğeri de çocuğu korumak adına onu aslında sağlıklı gelişimi için gerekli olan dozda stres ve hayal kırıklığından mahrum etmek. Çünkü olumsuz duyguları makul düzeyde deneyimlemek de çocuğun ihtiyacı. Elbette travmatize edici, çocuğun başa çıkamayacağı düzeyde deneyimlerden söz etmiyorum. Örneğin çocuğun gelişimi ile uyumlu düzeyde risk alma ve kaygı ve korkuyu deneyimleme ihtiyacı var. Şehir hayatı da maalesef bu açıdan büyük bir dezavantaj. Çocuklar bir hayvanın ölümünü görmüyor, canlıların yaşam döngüsünü bilmiyor, yaşamın gerçekleri ile yüzleşmeleri bu sebeple çok daha ani oluyor ve başa çıkma becerileri yeterli gelmeyebiliyor. Bugün Amerika’nın büyük metropollerinde risk parkları yapılıyor, çocuklar ebeveynleri olmadan içeri girip risk almayı deneyimlesinler diye. Bir çeşit aşılanma gibi.
DR. ÖĞR. ÜYESİ FATIMA TUBA YAYLACI KİMDİR?
Lisans eğitimini Boğaziçi Üniversitesi Psikoloji Bölümü’nde, yüksek lisans ve doktora eğitimini ise Minnesota Üniversitesi Çocuk Gelişimi Enstitüsünde Gelişimsel Psikoloji programında tamamladı. Ayrıca, Minnesota Üniversitesi bünyesinde iki yıl süren Bebek ve Erken Çocukluk Ruh Sağlığı psikoterapi ve süpervizyon eğitimini aldı ve bir yıl boyunca Washburn Çocuk Merkezi'nde psikoterapist olarak çocuklar ve ailelerle çalıştı. İlgilendiği araştırma konuları gelişimsel psikopatoloji, çocuk istismarı ve ihmali, travma kaynaklı psikopatoloji, ebeveynlik, psikososyal müdahaleler, davranış genetiği ve moleküler genetik açısından gelişimsel risk. Dr. Fatıma Tuba Yaylacı halen Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi Psikoloji Bölümü'nde Doktor Öğretim Üyesi olarak görev yapmaktadır.