Büyük Yeşilay ailesine gönül veren sevgili dostlar,
Hayat hikâyelerle örülü. Hepimizin bir hikâyesi, ..
1051
Yaşam
“Sanat ve Kitap Bağımlısıyım”
Prof. Dr. Nurhan Atasoy, Türkiye’nin yetiştirdiği en yetkin sanat tarihi araştırmacıları arasında yer alıyor. 1950’lerde başladığı çalışmalarını, ilk günden bugüne aynı titizlik ve heyecanla sürdürüyor. Bırakın kitabı, makale yazmak için bile yeterli kaynağın bulunmadığı konular, onun ilhama açık zihninde emsalsiz eserlere dönüşüyor. Prof. Dr. Nurhan Atasoy ile geçmişe ve yaşama dair keyifli bir söyleşi yaptık.
Sizi geçmiş yıllara götürmek istiyorum. Nasıl bir çocukluk geçirdiniz?
Kalabalık bir ailenin içinde akrabalarımızla birlikte çok çocuklu bir evde büyüdüm. Fevkalade güzel bir çocukluk dönemi geçirdim.
1930’ların zorluk ve yokluk günlerinde Nurhan Atasoy’u şekillendiren o ortamı bize biraz anlatabilir misiniz?
Üzerimde en fazla etkisi olan kişi büyükbabam Ali Rıza Atasoy oldu. Yetişmemde çok emeği vardır. Müthiş bir araştırmacıydı. Tokat Reşadiyeli bir tıp profesörüydü. Tarihe çok meraklıydı. Allah gani gani rahmet eylesin, müthiş bir vatanseverdi. Kurtuluş Savaşı’nda genç bir doktor olarak çok hizmet vermişti.
Bize biraz ailenizden bahsedebilir misiniz? Büyükbabam Reşadiye’nin Kızılcaören Köyü’nden bir köylü çocuğu. Ailesi İstanbul’a gelmiş ve çocuklarını burada okutmuş. Büyükbabam, savaş esnasında çok yaygın olan zührevi hastalıkların kökünü kazıyan adamdır. Birinci Dünya Savaşı’na ve Kurtuluş Savaşı’na katılmış; madalyaları var. Osmanlı kültürünü çok severdi. Osmanlı Arşivi’ne gidip orada çalışmalar yapardı. Onun üzerimde çok etkisi vardır. Babam, Osmanlı döneminde, büyükbabam Şam’a gittiğinde, orada doğmuş. Bir seferinde İngiltere vizesi için form doldurmamı istemişlerdi. Babanın doğduğu yeri de sordular. Ben de “Damascus, Ottoman Empire” yazdım. Övünerek yazdım bunu…Ben Reşadiye’de doğdum. Büyükbabam memleketine fevkalade düşkün bir insandı. İstanbul’da yetişmiş, Paris’te zührevi hastalıklar ve kulak burun boğaz alanlarında ihtisas yapmış fakat memleketini hiç unutmamıştı. Hep Anadolu’yu kalkındırma heyecanı içindeydi. Babam İstanbul’da okumuş. Mezun olduktan sonra büyükbabam, “Reşadiye’nin eczanesi yok.” diyerek babamı oraya yollamış. Ben orada doğmuşum.
Büyükbabanızın Osmanlı Arşivleri ile yaptığı çalışmaları anlatabilir misiniz?
Sadrazam Hasan Paşa, büyükannem tarafından dedemiz. O da Kızılcaören Köyü’nden yetişmedir. Yeniçeri olarak İstanbul’a geliyor. I. Mahmud zamanında, 1700’lerde kendini gösteriyor ve Yeniçeri Ağası oluyor. Sadrazam’la çok iyi bir ilişkisi varmış. Sadrazam ona çok değerli bir pırlanta yüzük armağan etmiş. Sonra Diyarbakır Valisi olmuş. Ve nihayet sadrazamlığa yükselmiş. O devirde bütün sadrazamların sonu belli. Hepsi canından olmuş ama benim dedem eceliyle ölüyor. Ona dokunmuyorlar. Büyükbabam onun tarihini yazdı. Arşivden gelince oturur bize de anlatırdı. Okula gittiğimiz yıllarda yazdıklarının tashihini yapmaya başladık. Mecburen okuyorduk ama hiç hoşumuza gitmiyordu. Büyükbabam çalışmalarından ziyade bizi kişiliğiyle çok etkiledi. Bayramlarda ne kadar çöpçü, bekçi varsa hepsini mutlaka eve çağırır ikramda bulunurdu. Onlarla oturur, nasıl geçindiklerini sorar, dertlerini dinlerdi. Bu tavrı zaman bile çok etkilerdi beni. Çocuk Esirgeme Kurumunda, Kızılay’da meccani, parasız olarak çalışırdı. Büyükannem kızardı, “Ben ay sonunu getiremiyorum, sen ne kadar parasız iş varsa onun peşinde koşuyorsun!” diye…
1940’ların İstanbul’unda büyüdünüz. Nasıl bir şehir hatırlıyorsunuz?
1934 doğumluyum. Benim çocukluğum yokluk yıllarına denk geldi. Her şey karneyle alınıyordu; çok yokluk vardı. Savaştan çıkmış bir ülkeydi. Çok idareli yaşardık. İstanbul’da çok az zengin vardı. Bunların çok çok azı aileden zengindi, diğerleri savaş zenginiydi. Okumuş sınıfın tek geliri maaşıydı ve onlar da fevkalade idareli yaşamak zorundaydılar. Bizim ailede esas para kazanan büyükbabamdı.
Eve kimler gelip gidiyordu? Büyükbabanızın arkadaşları kimlerdi?
İlk aklıma gelenler Ord. Prof. Dr. Fuat Köprülü ve Dr. Mim Kemal Öke. Devrin en meşhur doktorları gelir giderdi. Kurtuluş Savaşı esnasında doktorlar hangi sahada ihtiyaç varsa o sahada çalışmışlar. ‘Benim ihtisasım bu!’ deyip kenara çekilmemişler. Onun için her çeşit hastalıktan anlarlardı. O devirde, röntgen ışınlarının vücuda zararları henüz bilinmiyor. Mim Kemal operatör ama röntgen de çekiyor.Öyle çok radyasyona maruz kalmış ki, üç parmağını kesmek zorunda kalmışlar. Kardeşim Orhan küçüktü daha, onu kucağında oturtur, parmaklarını saydırırdı. Bir türlü 10’u tutturamadığı için kızardı kardeşim. Mim Kemal Bey çok eğlenirdi.
Eğitime değer verilen bir ailede büyüdünüz öyle değil mi?
Evet! Amcamın çocuklarıyla beraber altı çocuktuk. O altı çocuktan kim, ne öğrenmek istiyorsa hepsinin önü açılırdı. Sultanahmet’te büyükbabamın yaptırdığı aile apartmanında oturuyorduk. 1950’li yılların başlarında daha üniversite öğrencisiyim. Her şeye çok meraklıydım ve çok kitap alıyordum. İlk aldığım kitaplar küçük boyutlu sanat kitaplarıydı. Bu kitapları kendi kazandığım parayla almak istedim. Evden bana, “Para kazan!” diyen yoktu.
Neden para kazanmaya ihtiyaç duydunuz?
Bilemiyorum ki, ihtiyacım da yoktu Allah’a şükür. Çok zengin değildik ama cömert ve çocuklarına düşkün bir babam vardı. Kazandığım ufak tefek parayla kitap almaya başladım. İlk mesleki kitaplarım onlardı. Sonra sahaflara dadandım. Cebimde ne kadar para varsa hepsini bırakıp çıkıyordum Sahaflar Çarşısı’ndan. İslam Ansiklopedisi almıştım, hatırlıyorum. Allah’ım! Ne kadar ağırdı. Taşıdıkça ağırlaşıyor. Kollarım kopuyor. Bir gün Raif Yelkenci’ye gittim. Bilerek değil tabii. Kitaplara bakıyorum. Raif Bey bana hiç yüz vermedi. Tipimi uygun görmedi herhalde. Orada “Dîvânu Lugâti't-Türk” kitabını buldum. Düştüm içine. Param da zar zor yetişecek. Kıvrandığımı gördü. Bir şeyler sordu, benimle sohbet etmeye başladı. “Bu takımı, herkese vermezdim. Ama sen çok meraklısın.” dedi. Satacağı kitabın alıcısını beğenmesi gerekiyormuş.
İnanamadım. Alacağı parayla değil, satacağı insanın onu nasıl kullanacağıyla ilgileniyor. “Yine gel!” dedi bana. Sonra tarihçi ve Türkolog arkadaşlarımdan Raif Yelkenci’nin çok önemli biri olduğunu öğrendim. O kitabı birçok makalemde kullandım.
O Dîvânu Lugâti't-Türk hâlâ kütüphanenizde duruyor mu?
Hayır. Tarihçi asistanlarım var, onlara verdim. Kitaplığımı üç dört kere azalttım. Her taşınışta bir kısmı gitti. Çoğunu İstanbul Araştırmaları Enstitüsüne verdim. En büyük kısmını da kızım (Prof. Dr. Gül İrepoğlu) aldı tabii. Bazen kendi kendime, “Artık yeter yahu. Dur!” diyorum. 87 yıl az bir zaman değil. Ama mümkün değil tabii.
Büyükbabanız doktor, babanız eczacı, ablanız hukukçu. Siz neden sanat tarihini tercih ettiniz?Dahasını söyleyeyim, eğitim hayatım boyunca en kötü dersim tarihti. Dokuzuncu sınıfta tarihten ikmale kaldım. İkmalde de geçemeyince sınıfta kaldım. Bunu öğrencilerime de anlatıyorum. Tarihle aramın kötü olmasının asıl sebebi ezber! Tek bir şeyi ezberleyemedim. İmkânı yok, kesseler ezberleyemiyorum. Lisede, son sınıfta bir tarih hocamız vardı. Daha çok kültür tarihi veriyordu ve başka türlü anlatıyordu. Beni tarihe o ısındırdı.
O zamana kadar bir hedefiniz var mıydı? Hangi alanda eğitim almak istiyordunuz?
Pedagojiyi düşünmüştüm. Sonra Türk motiflerine merak saldım. Ablam üniversitede sanat tarihi bölümü olduğundan haberdar olmuş. “Senin merakın var.” dedi. Bir gün evden çıktım; ne anneme, ne babama, ne ablama, hiç kimseye danışmadan ve nereye gittiğimi söylemeden doğru edebiyat fakültesine gittim. Arka tarafta bir kayıt bürosu vardı. Sanat Tarihi’ne kaydoldum döndüm geldim ve “Üniversiteye yazıldım Sanat Tarihi okuyacağım.” dedim.
Sanat Tarihi eğitiminden beklentiniz neydi? Mezun olunca ne yapacaktınız?
Merak ediyordum. Türk Sanatı nasıl bir şeydir öğrenmek istiyordum. Uzun vadeli bir planım yoktu. Son sınıfın son aylarına kadar asistan olmak bile aklımda yoktu. Hocalarımın aklına çok gelmişim.
Anılarınızı yazıyor musunuz?
Evet yazıyorum ve kendimi çok tuhaf hissediyorum. Bir yandan da çok rahatsız olduğum şeyler oluyor. “Bunları kim merakla okur acaba?” diyorum. İlk Avrupa seyahatimi, orada gördüklerimi yazdım. Hafızamda kalanları yazıyorum. Araştırmacı olarak yurt dışındaki deneyimlerimi yazamayacağım gibi görünüyor. Çok enteresan şeyler yaşadım. Ama nasıl anlatırım bilmiyorum. Çadırları çalışırken çok zorlandım mesela.
Neden zorlandınız?
Pratik bakımdan zordu. Çadırlar çok büyük, en küçük parçası 300 kiloydu. Önce gidip müze ya da koleksiyondan sorumlu kişileri görmek istediğiniz örnekleri açmaya ikna edeceksiniz. Bunu sağlamak çok zor. Bazen yardım ediyorlar, bazen etmiyorlar. Onları tek başına açmam, ölçmem, çizmem, çekmem… Müthiş bir emek. Her şeyi tek başıma yaptım.
Çalışmalarınız için nerelerden ve nasıl kaynak buluyordunuz?
Garip gelecek belki ama bana öyle geliyor ki Allah “Bu kuluma yardım edeyim.” diyor. Çünkü bu kaynakları nasıl bulabildiğime şimdi çok şaşırıyorum ve hatırlamıyorum. İnanılmaz bir şey. Çadırların bulunduğu yerler eski kaleler. Avrupa’daki eski kaleleri ben nereden bilirim? Kim söyler bana? Gittiğim bir yerde laf açılıyor. “Bilmem nerede” diyorlar. Oraya gidiyorum. Orada başka bir yer söylüyorlar. Öyle öyle tamamladım o çalışmayı. Nasıl ulaşıyordum oralara? Nasıl gidiyordum? Araba kiralamak gibi bir imkânım da yok. Her bir kitabımın araştırma safhalarında günlük tutsaydım her biri ayrı bir kitap olurdu.
Çalışma konularınıza nasıl karar veriyordunuz?
Bir konuyu çalışırken öyle çok şey görüyordum ki birkaç tane daha konu çıkıyordu. Kütüphanede çalışmanın avantajı budur. Her şeye dikkatle bakıyordum. Mesela donanma kitabı için minyatürlere bakıyorum şimdi. Ama sadece o konuyu aramıyor gözlerim. Enteresan bulduğum şeyleri not ediyorum. Daha sonra ya bir çalışmamda kullanıyorum yahut da tek başına yeni bir çalışmanın konusu oluyor. Her zaman çalışılmayı bekleyen bir sürü konu olmuştur. Tesadüfen bir tanesi öne çıkar ve kitap olur.
Çadırlar, ipekler, oyalar, Padişah gömlekleri… Bunlar kitap yaptığınız konulardan sadece birkaç tanesi. Bu kadar detaylı çalışmalar için nerelerden veri buluyorsunuz?
Daha önce hiç çalışılmamış konular çalıştım; bunların çoğuyla ilgili kaynak yoktu. Araştıra araştıra kendim ürettim bilgiyi. Olmadık şeyleri karşılaştırdım. Selçuklu kıyafetlerini de öyle hazırlamıştım. Daha sonra o konudan başka yerlere atladım. Dîvânu Lugâti't-Türk’ü birçok eserimde kaynak olarak kullandım.
Şu anda masanızda hangi konu var?
Sanat Tarihi’nin Işığında Osmanlı Donanması. Donanma kitabı yazıyoruz.
Anılarınız hangi aşamada?
Çok yazdım ama daha çok var… Her şey kısmet.
Günümüzdeki Osmanlı algısını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Osmanlı’yı tanıyalım, bilelim, çok sevelim ama dedemiz gibi sevelim. Dedemizin zamanında yaşamıyoruz. Bugün Osmanlı’dan doğmuş bir Cumhuriyet var. Onun getirdiği bütün nimetlerden faydalanalım. Ben de dedem gibi çok seviyorum Osmanlı’yı. Atatürk’ü anlamak için galiba bizim gibi Atatürk devrinin arkasında bıraktığı sıkıntılı dönemi yaşamış olmak gerekiyor. O sıkıntılı dönemden onun izinde giden büyükbabam gibi insanların fedakarlığıyla çıktık.
Büyükbabanızın Hasan Paşa araştırması kitaba dönüştü mü?
Amcam çalıştı ve o notlarla kitap çıkardı. Amcam da büyükbabamın suyunda gitti. Ben, benden sonra Gül var. Gül’den sonra birisi çıkacak mı bakalım.
Kütüphanenize duygusal bir bağınız var mı?
Olmaz mı! Birkaç sefer dağıttım ama çok ağlayarak verdim her seferinde. İnanılmaz zor oldu ayrılmak. Başka kütüphanelere vermek teskin etti beni. Bir de kızıma verdim ama o insafsızca alıyor. Doğrusu ona bile zor veriyorum. Sanat ansiklopedisini ve Develioğlu’nun sözlüğünü istedi. “Ben de kullanıyorum yahu!” dedim. Ama üzüldüm de biraz, vereceğim galiba.
Akademik açıdan çok önemli işlere imza attınız. Pek çok talebe yetiştirdiniz. Geri dönüp baktığınızda mutluyum diyor musunuz?
Çok… Ben doğrusu umduğumdan ve layık olduğumdan çok takdir gördüm. O kadar değerli bir insan değilim. Çok ödül verildi bana. Benim için çok güzel şeyler söylendi. Çok güzel arkadaşlıklarım, dostluklarım oldu. Hiç çocuk doğurmamış olduğum halde yeğenlerim kendi çocuklarımdan daha fazla çocuğum oldular. Çok sevildim. Daha ne isterim… Bağımlıklar konusundaki düşüncelerinizi alabilir miyiz? Ben sanat bağımlısıyım. Kitaba bağımlıyım.