Büyük Yeşilay ailesine gönül veren sevgili dostlar,
Hayat hikâyelerle örülü. Hepimizin bir hikâyesi, ..
1063
Yaşam
“İnsanın Manevi Alanı Boşluk Kabul Etmez”
Tükettikçe ve sosyal medyada görünerek “var oldukça” daha mutlu olacağını düşünen modern insan, ruhen bir çöküş yaşıyor. Bu çöküş bizlere, mutluluğun ve huzurun tüketimde olmadığını açıkça gösteriyor. Maneviyat ve mutluluk arasındaki bağı, iç huzuru yakalamak için ihtiyacımız olanları Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Din Psikolojisi Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ali Ayten ile konuştuk.
Vaktiyle hafızalara kazınan bir reklam sloganı vardı. “Hep daha fazlasını iste” diyordu… Bugün ise hep daha fazlasını istemek neredeyse modern şehir insanının mottosu haline geldi. Ancak bu durum doyumsuzluğu da beraberinde getirdi. Bugünün “modern” insanı tükettikçe mutlu olacağını düşünürken manen çöküyor… Tüketim kültürü huzur vermek bir yana dursun insan ruhundan çalıyor. Sosyal medyada görünerek var olma çabası da aynı şekilde. “Görünmezsen yoksun!” diyor modern hayat. Adeta sosyal medyada görünmek için yaşıyoruz. Sohbetler sanal, mutluluklar kelebek ömründe. Peki, ne yapmalı? Gerçek huzur ve mutluluk nerede? Modern insan, hızla gelip geçen hayatın verdiği ruh yaralarını nasıl onarır? Bu soruların cevaplarını Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Din Psikolojisi Bölümü Öğretim Üyesi Ali Ayten ile konuştuk.
Modern şehir insanı mutluluğu ve huzuru, tüketimde, sosyal medyada arıyor daha ziyade. Ve gittikçe bireyselleşiyor. Ama mutlu olmak yerine huzursuz ve yalnız bireylere dönüşüyoruz. Bu tabloda eksik olan, yanlış giden nedir sizce?
“Neden refah ve tüketim artmasına rağmen mutluluk aynı oranda artmıyor?” sorusu son çeyrek yüzyıldır özellikle Batı’da ve küreselleşmeyle birlikte tüm dünyada yanıtı aranan bir soru. Dünya savaşlarından sonra özellikle Batı ülkelerinde ve giderek diğer dünya ülkelerinde insanların refah seviyesi artıyor. İnsanlar geçmişe kıyasla daha iyi yaşam şartlarına sahip oluyorlar; en azından gıda, teknolojik imkânlar, sağlık, eğitim ve ulaşım hizmetleri açısından durum böyle. İnsanlar geçmişte yaşayan dedelerine kıyasla daha fazla tüketiyorlar. Ancak onlardan daha mutlu oldukları söylenemez. Bu sorgulama ilk olarak Amerika’da ve Avrupa’da gündeme gelmiş ve insanlar şunu sorgulamışlar: Geçmişteki sıkıntılardan uzakta daha büyük evlerde oturuyor, daha geniş arabalara biniyor ve daha büyük porsiyonlarda yemekler yiyoruz ancak mutluluğumuz aynı düzeyde artmıyor. Dediğiniz gibi modern insan mutluluğu ve huzuru tüketimde arıyor; tükettiği ve sahip olduğu kadar mutlu olacağını düşünüyor. Bunun yanı sıra günümüzde bizi mutlu edeceğiniz düşündüğümüz bir başka husus ise görünür olmak. Tüketmenin ve görünür olanın cazibesine kapılmış gidiyoruz.
Bu durum bizi daha çok yalnızlaştırmıyor mu?
Tüm bunlar bizi daha fazla bireysel düşünmeye ve kendimizde kalmaya sürüklüyor. Oysa insan manevi boyutu gereği kendini aşması gereken bir varlık. Ötekine ulaşmak, onunla iletişim kurmak, onu anlamak, onunla empati kurmak insanı kendi kısır döngüsü içerisinde takılıp kalmaktan kurtarıyor. Son zamanlarda sosyal bilimler alanında yapılan araştırmalar insanı asıl mutlu ve huzurlu eden şeyin erdemleri yaşamak olduğunu gösteriyor. Kendini tanımak, kontrol edebilmek ve başkalarını anlayıp onların dertleriyle hemhal olabilmek, ötekinin yararına olabilecek tutum ve davranışlar içerisinde olabilmek, dürüst davranmak, affedebilmek, teşekkür edebilmek ve yardım edebilmek… Nihayetinde mutluluk dediğimiz şeyin pek çok boyutu var. Tabii ki mutluluğun zevkle ilgili bir kısmı var; ancak mutluluk zevkten ibaret değil. İnsan, ihtiyaçlarını gerçekleştirirken kendini aşarak başkalarının yararına duygu ve davranışlar içerisindeyken doyuma ulaşıyor. Kişi, kendini aşabildiği, anlamlı ve akışı yakalayan hayata ulaşabildiği durumlarda daha mutlu ve huzurlu oluyor.
İnsan fıtratı itibarıyla maneviyata muhtaç sanki hocam, dindar olsun olmasın… Ne dersiniz bu konuda?
İnsanoğlu çok boyutlu yapısı olan bir varlık. Hepimizin bildiği gibi insanın hücrelerden oluşan biyolojik bir tarafı var. Bu biyolojik tarafının yanı sıra biyolojisinin etkilediği ve etkilendiği psikolojik bir tarafı var. Ayrıca insan başkalarıyla iletişim kurmaya muhtaç bir varlık ki bu da onun sosyal yönünün varlığını gösteriyor. Bütün bunlara ilave olarak insanın bir de manevi bir tarafı var. Gaye, anlam ve değer üreten ve onlar çerçevesinde hayatına yön veren kendini aşma ihtiyacı içerisinde olan bir varlık insanoğlu. Aşkın olan alana her zaman ilgi duyan ve o alana olan inancından beslenen ve sürekli etkilenen bir varlık. Kısacası son zamanlarda insanı daha bütüncül bir yaklaşımla ele alan sosyal bilim alanlarında dikkate alınan bir husus da insanın manevi boyutunun varlığıdır.
Maneviyat boşluk götürmüyor o zaman değil mi?
Her insan bir şekilde manevi yönün gereği olarak, hayattaki gaye ve anlam konusunda kendinin ötesinde bir inanç alanına ihtiyaç duymaktadır. Sizin de bahsettiğiniz üzere bazı insanlar bu maneviyat ihtiyacını yaşadığı kültürü şekillendiren dinden karşılarken, bazıları da kendi bireysel istek ve yorumları çerçevesinde hakim kültürden ve kurumsal dini yapıdan farklı maneviyat kaynaklarını tercih edebiliyor. Ancak bir şekilde her insan kendinin ötesinde bir inanç sisteminde anlam buluyor ve o sistemin ilkeleri çerçevesinde hayatına yön veriyor. Her insanın manevi alanı hayat felsefesini ve davranışlarını etkiliyor. Kimi türbelere giderek, çaput bağlayarak, kimi dua ederek, kimi enerji seansları yaparak bu manevi alanını güçlendirmeye gayret ediyor. Bu alanda eksiklik ve kusur hisseden bireylerin anlam sorunu ve psiko-manevi krizler yaşamaları daha muhtemel oluyor. Yapılan araştırmalar bu tür bulguların varlığına işaret ediyor. O nedenle her insanın bir maneviyat alanının olduğunu ve bu alanını geliştirmeyen bireylerin bir şekilde daha huzursuz yaşayacaklarını söylemek abartı olmaz. Çünkü insanın manevi alanı boşluk kabul etmiyor. O alandaki huzursuzluklar insanın psikolojisini, biyolojisini ve sosyal yönünü etkileyebiliyor.
Bugün baktığımız zaman bazı insanların ruhani açlığını yarım yamalak Uzak Doğu öğretileriyle veya çeşitli başka yollarla kapatmaya çalıştığını görebiliyoruz. Bu durum da insanları bir arayıştan diğerine itiyor ve mutsuz ediyor. Bu konuda ne söylersiniz?
Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi her insanın manevi bir boyutu var ve bu boyutunu sağlıklı kaynaklardan besleyerek desteklemesi ve geliştirmesi gerekir. Modern hayatın getirdiği zorluklar, belirsizlikler ve huzursuzluklar karşısında insanın manevi alanı bir tür kalkan görevi görüyor aslında. Bu alanda zorlanan, kültürde yerleşik olan dini ve geleneksel unsurları takip edemeyen ya da takip etmek istemeyen bireyler kendilerine manevi alanlarını tatmin edecek yeni arayışlar bulabiliyorlar. Batı’da 1960-70’lerden itibaren bireysel ve toplumsal sorunlar karşısında yeni ve farklı bir bilinç arayışları, farklı yaklaşımlar ve maneviyat arayışları hep var olmuştur. Kapitalizmin ve materyalist kültürün öğüttüğü ve yorduğu pek çok birey kendisine yeni maneviyat alanları aramaya başlamış ve Doğu mistisizmine ilgi duymuştur. İnsanların bu yoğun ilgisi özellikle Batı’da bu alanda bir pazarın da oluşmasını sağlamıştır. Dini ve felsefi içeriğinden koparılan ve pazarlama teknikleriyle süslenen reiki, yoga, meditasyon gibi mistik içerikli uygulamalar çok yaygın ilgi görmüştür. Hâlâ da farklı sınıflardan insanlar farklı nedenlerle bu tür uygulamalara Batı’da ilgi duymaya devam etmektedir. Ülkemizde de küreselleşmenin, dijitalleşmenin ve maddi anlamda kalkınmanın etkisiyle bu tür uygulamalarda artış görüldüğünü söylemek mümkün. Bunu hem kişisel gözlemlerimize dayanarak hem de sosyal bilimler alanlarında yapılan araştırmalar çerçevesinde rahatlıkla söyleyebiliriz.
İşin ilginci bu tür öğretilerin menşeli her ne kadar Uzak Doğu olsa da dünyaya Batı’dan yayılıyorlar…
Evet. Bu maneviyat içerikli uygulamaların kökeni her ne kadar Uzak Doğu olsa da tüm dünyada olduğu gibi ülkemize de Batı’dan gelmektedir. İnsanlar manevi yönlerindeki açlığı bu tür uygulamalarla kapatmaya çalışmaktadır. Özellikle din eğitimi problemi yaşayan, kurumsal dini yapılarla kavgalı, olumsuz dini başa çıkma süreci yaşamış bireyler arasında bu eğilim daha yaygın. Hatta eğitimli ve kültürel olarak geleneksel ve kırsal kültürden uzaklaşan şehirli orta sınıf ve üstü eğitimli bireyler arasında bu uygulamalar daha yaygın görülmektedir. Bu çerçevede meditasyon, mindfulness, yoga, reiki, enerji terapileri gibi uygulamalar rağbet görmekte ve kimi zaman bu uygulamalar bilimsel ve rasyonel çözüm yollarının ve tekniklerin önüne geçmektedir. Bu uygulamaların bir kısmı bilimsel bir yöntem içerisinde bazen uzmanlar tarafından tavsiye edilebiliyor. Ancak ortak noktaları genellikle insanın manevi boyutunu tatmin etmeye yönelik uygulamalar olmalarıdır. Bir kısmının da insanı irrasyonel düşünmeye ittiğini, kendinden ve gerçeklikten uzaklaştırdığını, ona iyi gelmekten ziyade zarar verdiğini söylemek mümkündür. Özellikle enerji bazlı terapiler, enerji temizlikleri, bilinçaltı temizleme seanslar gibi uygulamalar pek çok yönden zararlı olabilmektedir. İhtiyatlı davranıp profesyonel ve bilimsel sınırlarda kalmak yararlı olacaktır.
Tam da bu noktada gerçek anlamda maneviyat ve dinimiz İslam giriyor devreye. Dinimiz bize huzurlu ve mutlu hissetmek konusunda nasıl yardımcı oluyor? Bizi nasıl onarıyor?
Daha önce de ifade ettiğim gibi insanlar bazen din dışı kaynaklardan da manevi alanlarını beslemeye çalışıyor. Ülkemizdeki duruma baktığımızda insanların pek çoğu hâlâ din inancı içerisinde maneviyat arayışlarını sürdürüyor. Din insanlar için özellikle hayatı anlamlandırma noktasında en temel kaynaklardan birisidir. Örneğin Türkiye çapında yapılan araştırmalarda insanların en az yüzde 85’i Allah var olduğu için hayatın anlamlı olduğunu belirtiyor. Bu veri insanımızın maneviyatının en çok dinden beslendiğini gösteriyor. Çünkü insanlar aşkın bir varlığa inanarak ve onun ilkelerine güvenerek bu dünyasını anlamlandırıyor ve öbür dünyasına dair umutlarını diri tutuyor. Dinin inananlara psikolojik, sosyal ve manevi alanlarda pek çok yönden katkısı var tabii ki. Ancak dinin özellikle güncel hayatta zor durumda kalan, güçlükler ve varoluşsal sorunlar yaşayan, hayatı anlamlandırmakta zorlanan bireylere şu noktalarda katkısının olduğunu söyleyebiliriz: Öncelikle din istenilmeyen ve beklenilmeyen durumlarda bireyin zorlandığı mutsuz olduğu noktada en güçlü teselli kaynağı ve en güvenilir liman oluyor. Bu dünyanın geçiciliğinin bilincinde olmaya yönelik mesaj, inananın yaşadığı zorluğu ve mutsuzluğu kalıcı olarak algılamasını önlüyor. Bu da ona esneklik, dayanıklılık ve başa çıkma gücü veriyor. İkincisi, dini referanslar insanın gündelik olayları ve tüm hayatını anlamlandırmasını sağlıyor. Çünkü insanoğlu yapıp ettiklerine anlam yükleyen bir varlık; eğer bunu yapamazsa kriz yaşar. Din ise, insanın yapıp etmelerini anlamlandırmasındaki en önemli kaynaklardan birisi. Bu çerçevede başına gelen olumsuzlukları anlamlandırırken de dini değerler insana anlam kaynağı olarak destek oluyor. Üçüncüsü, din insanın zorluklar karşısında dağılıp gitmesine engel oluyor; insana bir kontrol duygusu kazandırıyor. Bu kontrol duygusu bazen “Her zorlukla birlikte bir kolaylık vardır.”, “Derdini veren dermanını da verir.” şeklinde bilişsel olurken bazen de “Allah ne güzel vekildir” şeklinde bütünüyle insanın omzundan yükü alacak tarzda olabiliyor.
Tevekkül hissi aslında bir anlamda ruhumuzu diri tutuyor…
Tevekkül inancı insanın sorumluluklarını yaptıktan sonra ötesini Allah’a bırakmasını içeriyor ve bu inanç zorluklarla başa çıkma sürecinde insanı anlamsızlık ve mutsuzluğa karşı koruyor. Dördüncüsü, dini ilkeler ve bu ilkelere göre hareket eden bireylerin yaşadığı bir toplumda yaşama bilinci bireye sosyal bir destek algısı sağlıyor. “Müslüman Müslümanın kardeşidir, müşkülünde yardım eder.” inancı bireye zorluklarla başa çıkma sürecinde destek oluyor. Nihayetinde insanoğlu yaşadıkları zorlukları manevi olgunlaşmasının bir parçası olarak görüp kendini manevi ve psikolojik yönden de geliştirebiliyor. Tüm bu ilkeler inanan insanın bu dünyadaki zorluklar ve mutsuzluklar karşısındaki en önemli destekçisi. Bu ilkeleri ve bu bilinci yakalayabilenler, kalıcı mutluluğu ve huzuru hissetmeye, sükûneti bulmaya daha yakın olabiliyorlar.
Maneviyat eksikliği ve bağımlılıklar arasında nasıl bir ilişki var sizce? Maneviyat bu noktada nasıl bir kurtarıcı rol üstlenebilir?
Maneviyat ruhsal alanda oldukça önemli bir unsur. Bu alanda yaşanan eksiklikler bireyin ruh sağlığını da yakından etkileyebiliyor. Belki de maneviyatın ruh sağlığı alanında en çok ilişkilendirilebileceği alan bağımlılık alanıdır. Çünkü hem bağımlılıkla mücadelede hem de bağımlılık gerçekleşmişse tedavi ve rehabilitasyon süreçlerinde maneviyat pek çok yönüyle sürece dahil olabilir. Bazı sosyal bilimcilere göre maneviyat bağımlılıkla mücadelede önemli bir unsurdur. Örneğin Carl Gustav Jung gibi psikoloji camiasında meşhur isimlerinden biri bağımlılığı bir tür Tanrı arayışı olarak görmüş ve manevi alanın doyurulmasının süreçte önemli bir husus olduğunu dile getirmiştir.
Bu konudaki diğer araştırmalar neler söylüyor bize?
Yine Robert Frager, Harold Koeing gibi psikoloji ve sağlık alanından isimler bağımlılık konusunda ve genel olarak ruh sağlığında maneviyatın önemine vurguda bulunmuşlardır. Maneviyat ile bağımlılık konusunu ele alan pek çok araştırma, maneviyatın önleyici ve koruyucu, ayrıca rehabilitasyon süreçlerini destekleyici yönlerini göstermiştir. Tüm dünyada pek çok rehabilitasyon modelinde maneviyat destekleyici bir unsur olarak hep kullanılmıştır. Örneğin bağımlılık alanında oldukça başarılı görülen 12 basamak yaklaşımı manevi içerikli bir modeldir. Ülkemizde ve farklı İslam ülkelerinde de manevi içerikli modeller tartışılmakta özellikle rehabilitasyon süreçlerinde destekleyici ve tamamlayıcı modeller olarak gündeme gelmektedir. Ülkemizde de YEDAM’larda (Yeşilay Danışmanlık Merkezleri) tamamlayıcı ve destekleyici bir model olarak uygulanan maneviyat içerikli 7 basamaklı bir modelle ilgili çalışmalar yapılmıştır.
PROF. DR. ALİ AYTEN KİMDİR?
Prof. Dr. Ali Ayten, 2002 yılında Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesinden mezun oldu. 2003 yılında Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesinde araştırma görevlisi olarak göreve başladı. 2004’te “Kendini Gerçekleştirme ve Dindarlık İlişkisi” başlıklı çalışmasıyla yüksek lisansını tamamladı. 2009 yılında “Prososyal Davranışlarda Dindarlık ve Empatinin Rolü” başlıklı doktora çalışmasına tamamlayan Prof. Dr. Ayten, 2008-2009 öğretim yılında Irbid (Ürdün), Yermûk Üniversitesinde ve 2010-2011 öğretim yılında Londra Üniversitesinde araştırmacı olarak bulundu. 2012 yılında Doçent, 2017 yılında Profesör unvanlarını aldı. Prof. Dr. Ali Ayten, halen Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Din Psikolojisi bölümünde öğretim üyesi olarak çalışmaktadır. Eserleri şunlardır: “Psikoloji ve Din”, “Din Psikolojisi”, “Empati ve Din”, “Tanrı’ya Sığınmak”, “Erdeme Dönüş”, “Popüler Dindarlık”, “Mutluluğun Peşinde”, “Sufi Psikolojisine Giriş”, “Din ve Sağlık”.